23 Aralık 2007 Pazar
all my friends are getting married and I'm getting drunk
neyse, haseti ve hüznü bir kenara atarsak mutlu ol arkadaşım diyebilirim ancak kendisine, ama biz çay içmeye diil, bara gidelim. bağlanma kelimesi sizin için iple bağlanmış gibi her an beraber olmak diil, birbirine güvenen ve özgürlüğüne saygı duyan bireylerin bağlılığı olsun.
.
.
.
17 Aralık 2007 Pazartesi
14 Aralık 2007 Cuma
adını koyamadım.
her gün fotoğraf makinamı şarj etmeyi unutup ertesi gün yapılacaklar listeme ekliyorum, oysa fotoğraf çekmek için işe gitmek dışında da dışarıya çıkmak lazım, di mi?
her gün mutlaka bir kere üç yıldır tatil yapamadığım aklıma geliyor? bayramları saymazsak bir kere bile farklı bir yere gidip dinlenemedim, ayaklarımı suya sokup sahilin tadını çıkaramadım.
sabah, öğlen ve akşam üç farklı program hazırlayıp günümü gün edemedim.
hatırlıyorum, bir deniz vardı geçmişimde, gece 11'de canı kahve içmek istediği için ev arkadaşını kandıran ve son metroyla taksim'e gidip kahve içen, gece matinesinde saçmasapan bir film izleyip sabah kadar gülen, bebek yokuşunda güneşin doğuşuna tek başına şahitlik edebilen. sınav zamanı sabah kadar ders çalışıp sınavdan sonra bara gidebilen ve 45 saat uykusuz ama çok mutlu olan.
ben sanırım kendi ellerimle yok ettiğim bir gençliği özlüyorum, bunun adı da depresyon değil, büyümek...
bu yazdıklarım da yazmak değil saçmalamak...
9 Aralık 2007 Pazar
thesis
dün bir master programına başvurmadan "öteki"lediğim her şey adına ikinci tezim için araştırmalara başladım. Allah bana akıl fikir versin di mi, git bir yerde master yap, bir tez hocan olsun, yönlendirsin seni. ama problem tamamen benim kargaşalar silsilesine %100 açık bünyem. ben tez yazarsam yine murakami üzerine yazarım, yazar japon dil ingilizce, kimlik bunalımı ve kimliğin parçalanması konusu ise evrensel. benim kimliğimdeki bölünmeler ise tamamen kişisel. hangi aklı başında tez hocası benim gibi bir manyakla uğraşır ki?
bu sefer tezim için kitap listem:
kafka on the shore
dance dance dance
blind willow sleeping woman
the wind up bird chronicles
south of the border west of the sun
sputnik sweetheart
----------------
murakami critics
books related to magic realism and postmodern literature
critics of surrealism
etc.
hala outline yazma aşamasındayım.
tekrar ediyorum, allah bana akıl fikir versin.
amin.
1 Aralık 2007 Cumartesi
tarotun içinde kesişen yazgılar...
bir ara ben de denedim fal bakmayı, önceleri tutturdum galiba ama sonra bu yeteneğim şurdaki tavuk mu, şu yuvarlak cisim ufoya ne kadar çok benziyor di mi gibi saçmalıklardan öteye pek gidemedi, giderek de kısırlaştı zaten. bütün bunları niye mi yazıyorum, geçenlerde okumaya başladığım ama birazcık daha ön okuma yapmam gerektiğinden yarım bıraktığım kitap yüzünden: Italo calvino'nun kesişen yazgılar şatosu. yazar kişisi hiç üşenmemiş, eline iki farklı tarot destesini almış, kağıtları rastgele dizerek yirmi küsür karakteri bulunan hikayeler çıkarmış, üstelik hepsinde de alt metin okuması ve mitolojiden felsefeye kadar geniş bir alanda referanslar var. yani ciddi bir edebi birikimi olmayanların harcı olamayacak kadar zor bir kitap. alt metin okumasına girilmezse yaklaşık 3 saatte okudum bitti olacak kadar ince. yok, bu referanslara tek tek gideyim dersen edebiyatın karanlık sularına hoşgeldin. ben şu ana kadar verilen refenslardan ancak on yedisini çözebildim, her ara verdiğimde kafamda tarot kartları ve sayfalarca makaleler uçuşuyor ve tekrar tekrar calvino'nun zekasını ve hayalgücünü takdir ediyorum.
dipnot: kitap yapı olarak inanılmaz decameron'u ve doğal olarak canterbury tales'i anımsatıyor, tek farkı karakterlerin bulundukları mekanda, şato ya da meyhane- kitabın iki bölümü var- dilsizleşiyorlar ve dertlerine bu tarot kartları derman oluyor. ellerinde bir deste olduğu için hepsinin hikayesi bir noktada kesişip iç içe girmeye başlıyor. yazar bu noktada kağıtları çapraz yorumlayarak hiç söz almamış karakterlerin hikayesini de kısa kısa anlatıyor.
dünyayı tersten okumaya cesareti olanlara şiddetle tavsiye edilir.
dipnot 2: bakalım hamlet referansını bulabilecek misiniz?
30 Kasım 2007 Cuma
kuşkucu somon iş başında
(biliyorum, okumuyorlar, okumak zaman kaybettiren bir eylem onlar için ama yine de rahatladım.)
21 Kasım 2007 Çarşamba
kısa kısa denizkızı- a poor combination of murakami and şafak
11 Kasım 2007 Pazar
the painted veil
dün gece yorgun argın eve geldim ve uzun süredir beklettiğim dvd'lerimden belki de en az ilgimi çekeni izlemeye karar verdim, film bittiğinde ise oturup hüngür hüngür ağladım. (utanarak söylüyorum, bu aralar biraz fazla mı duygusal oldum bilmiyorum)
aldatılan adama ağladım önce, sonra sevgisizlik içinde yüzerken bulduğu ilk dala tutunan ve dalın aslında kırık ve çürük bir dal olduğunu anlayan kadına ağladım, koleradan ölenlere, ülkelerinin ellerinden alınmasına içgüdüsel bir tepki gösteren ama cehaletin en dibinde olanlara ağladım, aşkı bulmuşken koleraya yakalananlara daha da çok ağladım.
salak olmalıyım.
3 Kasım 2007 Cumartesi
bugün 3 kasım,
sonbahar....
fotoğraf çekmek için en güzel zaman, ama izmir'de kızarıp düşen, rüzgarla savrulan bir yaprak görmedim ki hiç.
it's a city of sauntering people.
istanbul'da daha bir sanatçı, daha çok okuyacak malzeme bulan, daha çok düşünen, eleştiren, yorum yapan biriydim.
istanbul'da daha çoktum.
azaldım....
it's all about reflections.
nebula and the cat's eye
2 Kasım 2007 Cuma
becoming jane
işte, ne umutlarla izlediğim ama nedense ağzımda kekremsi bir tat bırakan filmlerden biri daha. çok sevdiğim country life, ya da sanat yönetmeninin tebrik edilesi çalışmaları bile kurtaramamış filmi.
- koyu ingiliz aksanıyla konuşması gereken anne hathaway'ın üstünden başından amerikan aksanı akıyor, denemiş ama olmamış.
- film ne pride and prejudice kadar başarılı ne de senaryosu sürükleyici.
- jane austen'ın bütün mektupları kız kardeşi cassandra tarafından yok edildiği ve özel yaşamına dair somut bir kanıt bulunmadığı için tahminimce filmin hikayesi senaristlerin hayal gücüne bırakılmış, onlar da ortaya karışık pride and prejudice, emma, sense and sensibility vs. atmışlar.
31 Ekim 2007 Çarşamba
bir yılbaşı anısı
Bu benim izlediğim ilk miyazaki filmi...
tarih sanırım 2004'ü 2005'e bağlayan gece. anime kültürüyle ilk tanışmam o gece oluyor. ayrıca o gün akşamüstü sıralarında benimle yakından ilgilenmekten çekinmeyen bir adam evimize geliyor, ona koyu bir kahve yapıyorum, yılbaşını evde yalnız geçirmeme gönlü razı olmayacakmış, inatla bana bunu anlatıyor, gözlerimi kapatıp kahvemi kokluyorum, duymak istemiyorum. kapı çalıyor, geceyi yalnız geçirmek istememin sebebi elinde bir buket çiçekle kapımda. sarılıyorum ona, öteki adam üzülüyor, izin isteyip gidiyor.onun üzülmesine üzülüyorum ama beni üzenin yanında olmayı seçiyorum yine. elinde çiçeklerle bekleyen adama bana beş dakika ver diyorum, giyiniyorum beşiktaşa iniyoruz. yemekten sonra ilk kez öpüştüğümüz çay bahçesine gidiyoruz, yine dalga vuruyor üstümüze, tekrar bu iyi bir işaret olmamalı diyorum içimden ki yanılmıyorum, orada yollarımız ayrılıyor. eve dönüyorum, ellerinde jengayla ayhan ve özlem geliyor. yeni yılı şarapla ve jengayla kutluyoruz ve bu filmi iki kere izliyoruz. o gece miyazaki hayatımıza giriyor.
hüzünlerden küçücük umutlara dalıyorum filmi izlerken.
miyazaki filmlerine ne cips ne patlamış mısır yakışıyor. o gece üçümüz de anlıyoruz bunu.
2004 yılı bitiyor.
mızmız mıyız?
grip oldum galiba, gözlerimin altı çöktü, burnum kocaman ve kıpkırmızı. tek sorumlusu benim, havaların soğuyabilme ihtimalini o kadar küçümsedim ki, hava benden öcünü alma gereği duydu. ayrıca yoğun çalıştığımı da söylemem lazım, yüksek sesle ders anlatma sevdamın da bir sonucu olabilir. bu günlerde resim anlatma ve yorumlama aktivitesi veriyorum sınıflarıma. şimdi olay şu, ellerinde bir resim var, bakıp resimdeki kişinin ne hissettiğini söylüyorlar ve ona bir hikaye uyduruyorlar. benim öğrencilerim bu resimler için beş cümle çıkarıp söyleyemiyorlar, ne Türkçe ne İngilizce ben de içten içe öğrencilerime kızıyorum, sadece benim öğrettiklerimle kaldıkları için, yorum yapabilecek seviyeye gelecek kadar kitap okumadıkları için, sınırlı sayıda kelime hazneleri olduğu için... ve sadece ingilizce için değil türkçe için de geçerli bu söylediklerim. biz bile kayıp nesil olarak görülürken bizden sonraki nesile ne diyecekler acaba? bırak kitabı, gazete bile okumuyorlar, işleri güçleri chat yapmak, bir kelimenin birden fazla anlamda kullanılabileceğini algılayaman bir nesile bir şeyler öğretmek zor be blog.
22 Ekim 2007 Pazartesi
music and lyrics
drew mimikleriyle filme renk katmış, her zamanki gibi hafif şekere bulanmış, impulsive highly sensational girl imajıyla çıktı karşımıza. oyunculuğuna lafım yok ama bir kere de şu romantik komedilerde en ufak zorlukta arkasını dönüp gitmeyecek bir kadın karakter yazılsa ne güzel olur diye düşünüyorum.
kıyafetler ise süperdi. nedense romantik komedilerdeki kostümler hep aynı, tamam, konular da aynı ama bence bu filmdeki kıyafetler kıyafetler süperdi. (dedikodumu da yaptım : )
cora karakteri, her ne kadar yardımcı oyuncu olsa da, ironisiyle süperdi. gerçekten müzik piyasası beyin yerine kremalı "şanti" taşıyan insanları barındırıyor,yapımcılar ucundan dokundurmuş .
*****her ne kadar anime tercih etsem de izmir'de anime film bulmak, çölde film bulmaktan daha zor, yine de music and lyrics, kafa dağıtmak, koltuğa uzanıp günün stresinden uzaklaşmak için ideal bir film. hugh grant'in esprileri için bile değer*****
14 Ekim 2007 Pazar
kısa kısa deniz haberleri
- lost'a kaç gün kaldı diye saymaktan bıktım, 113 gün var, o zamana kadar beklemek patatesliktir. yani, "countdown for lost" out....
Note: ama sitede durmaya devam edecek, kendimle çelişmeyi severim. - şu an baba evindeyim, huzurluyum, mutluyum. bir çocuğun ağzına burnuna bulaştırarak yediği, ama yerken inanılmaz keyif aldığı bir çikolata gibiyim mutluluk bulaşıcıdır.
- aklımda istanbul var, en çok da Beşiktaş. Eğer hala duruyorsa iskelenin yanıındaki çay bahçesinde çay içip denizi seyretmek en büyük hayalim. taksim'i de çok özledim. alışveriş limitimi istanbula saklamasak mı saklasak mı n'aaapsak?
- gözüme kestirdiğim kitap ise hop çiki yaya serisinin tamamı, şaka yapmıyorum, var böyle bir seri ve çok keyifli...
- yıldız tozu diye bir film çıkmış, masal tadında, nedense bana ursula le guin'in hikayelerini anımsattı fragmanı. tabi ki check-list'imde.
- iki tane organiser aldım, biri pek organiser sayılmaz çünkü üstünde kocaman bir spongebob resmi var. spongebob'lı olna günlük notlarımı, ciddi olana ise işle ilgili notlarımı tutuyorum.
- facebook olayına tam gaz dalmış, batmış ve daha kim bilir ne olmuş şekilde bakıyorum.
- sayıal lotodan para çıkarsa kendime bir laptop alırdım herhalde.
- diyet, bayrama yenik düştü. bundan 5 sene önce, taze bir üniversite öğrencisiyken 30 kilo vermiş, 50 bedenden 38 bedene düşmüştüm. şimdi soruyorum, irademi acaba istanbul'dan İzmir'e taşınırken kayıp mı ettim, yoksa açılmayan kutulardan birinde mi? (evet hala hiç açmadığım kutular var evde) o zaman hemen söyleyeyim. " irademi kaybettim, hükümsüzdür."
- bütün yaz boyunca izmir'e yağmur yağsın diye dua ettim, çok sıcaktı, çok kuruydu İzmir ve bil bakalım ne oldu? ben antalya'ya geldim, sevgilim aradı. burada şakır şakır yağmur yağıyor haberini verdi. Antalya mı, inanılmaz sıcak, bulutların emaresi bile yok gökyüzünde. bazen insan pek bir bahtsız bedevi olabiliyor. bu dünyaya çocuk getirmek çok mantıklı diil, benim çocuğum ve onun jenerasyonu bizim çok sevdiğimiz pek çok şeyi yaşayamayacaklar, tıpkı bizim kaçırdıklarımız gibi.
- annemim mezarına gittik babamla bayramın ilk günü, çiçekleri açmış, siyah mermer hafif tozlanmış ama. bana hayat veren kişinin o toprağın altında yattığı gerçeğine alışamıyorum, her an beni arayacakmış gibi geliyor, aramayınca üzülüp daha çok özlesem de onun beni arayabilme ihtimali bile o anlarda beni mutlu ediyor. onun sesinin kayıtlı olduğu eski telefonumu kulağıma götürüp dinliyorum sesini, içimde hep bir sızı, bir pişmanlık var. onunla daha çok vakit geçirebilirdim, yapmadım. ona daha iyi davranabilirdim, sıradan ergenler gibi yapmayabilirdim, ben biliyordum annemin diğer annelerden daha erken öleceğini, ama bu gerçeğe hiç inanmak istemedim... inansan da inanmasan da gerçek gerçektir. anne, beni affeder misin, bakma öyle, benim senden başka annem yok, seni her şeyden çok özlüyorum. Giderken bana bakışını hiç unutamıyorum. anne, duyuyor musun?
9 Ekim 2007 Salı
7 Ekim 2007 Pazar
3 Ekim 2007 Çarşamba
diyet günlüğü
kıymalı börek, patates kızartması, çikolata hatta ve hatta cips bile yedim.
her gün mekik çektim.
akşam yemelerimi azalttım.
az da olsa yürüdüm.
sonuç: alınan kilo sıfır
kaybedilen kilo sıfır.
cips ve çikolata çok tehlikeli maddeler.
yok
hafta içi 4 akşam, hafta sonu ise sabah 9'dan akşam 5'e kadar dersim var. çok çalışmam lazım çoook....
bu dönem öğrencilerim daha mantıklı, lise sınıfım ise her an beni kedi niyetine kesebilir. hissediyorum. (cık cık cık Deniz, 16 yaş grubuna daha anlayışlı olmalısın diyor iç ses ama nafile)
30 Eylül 2007 Pazar
ve ben niye oradayım sorularının kafama üşüşmesi ise çok uzun zaman almadı tabi.
giderek saçmalayan bir hızda deli gibi büyüyen bir ağ bu, yolda görse yüzüne bakmayacak adam arkadaş listesini genişletme ve popularitesini yükseltme açlığıyla arkadaş ekle butonuna basıyor. sonrası malum, attığın hiçbir mesaja cevap gelmiyor ama listesindesin onun.
acaba medyanın beyin yıkama operasyonunun bir parçası mı bu? magazinelleşmenin farklı bir boyutu. mesela bir adam var beni listesine ekleyen, günde beş kere relationship statusunu değiştiriyor ve bunlar bana bilgi olarak geliyor, bu özel hayatı ifşa etmek diil midir, üstelik toplasan beş cümle etmediğin insanlara...
yozlaşıyoruz.
giderek her şey tek renk olmaya başlıyor.
herkes aynı.
27 Eylül 2007 Perşembe
reading list
elimdekiler:
1- john fowles- Büyücü
2- italo calvino- Kesişen yazgılar şatosu
3- ahmet ümit- kar kokusu
4- maugham w. somerset- renkli peçe
5- ihsan oktay anar- puslu kıtalar atlası (ludmilla'ya teşekkürler)
6- haruki murakami- after dark (evet, hala siparişini veremedim)
listemi oluştururken okuduğum kitapların listesi çok daha uzun, ama favorim sigmund freud'un biyografisi, bilinçdışının kaşifi oldu. 2005 yazından beri rafta tozlanmaya bıraktığım kafka on the shore yine kimlik sorgulamasına itti beni. bernard shaw ve ölümsüzlüğün sırrı, yarım kaldığı yerden devam etti, yine yarım kaldı. ıtalo calvino ve kozmokomik öyküler ise bu yoğunlukta kafamı toparlayamayacağım kadar simgesel.
herkes 36 beden mi?
esas konuya dönmek gerekirse o pantolon firmasının ürettiği en küçük pantolon 36 beden ( hesaplarıma göre 32), en büyük bedeni 42 (yaniii, 38) olduğu düşünülürse, Türkiye'de azıcık kalçası büyümüş, göbeği pörtlemiş bir hatun gönlünce giyinemeyecek mi? nedir bu zayıflık takıntısı? sağlık için gerekli evet fakat insan 32 bedenken ne kadar sağlıklı olabilir ki? (yemin ederim kemikleri sayılıyor 32 bedenlerin)
ben şahsen 38 bedene fitim, bakın Kate Winslet'a, bence harika bir vücudu var, ne tığ gibi ince, ne de oradan buradan sarkan yağları var. ideal hatun bu mudur, budur budur.
eh, blogum bir süre diyet günlüğüne dönüşecek sanırım.
spor yapmam da lazım ama daha önce hiç buraya tembel teneke olduğumu yazmış mıydım?
26 Eylül 2007 Çarşamba
aşk mektubu
ben seni çoook seviyorum, iyi ki kimsenin babasına benzemiyorsun.
23 Eylül 2007 Pazar
duygu 3
düzelecek, geçecek. her şey düzelecek di mi?
düzelir di mi duygus?
zaman tutmazlığı
ne zaman tuzlu bir şeyler yemek istesem de ev tatlı dolu olur. çikolata, meyve hatta baklava bile olur evde ama gel gör ki bir dilim kaşar olmaz evde şöööle ekmeğin arasına koyup tost makinasına atabileceğim.
bugün 23 eylül pazar, sabah daha 00.48, bugün evden hiç çıkmadım. evde de televizyona boş boş bakma dışında bir şey yaptığım söylenemez. şu an canım tatlı yemek istiyor ve tahmin edin dolapta ne var. salam, sucuk, sosis (ramazan paketinden çıktı üçü bir arada şarküteri modu), ekmek ve bir tane domates. 1 salkımcık üzümüm bile yok.
ben en iyisi boğazıma hakim olup oturayım.
kös
kös
lost'tan kareler
claire, charlie ve aaron.... fotoğrafta the family yazıyordu. claire ve aaron'ı bilmem ama charlie o ikisini ailesi gibi sevmişti, ayrıca aksanıyla dizinin en şeker adamı oydu.
sawyer'ın hapis fotosu. saç rengine bakın sadece, muhteşem. duruşu, bakışı inanılmaz bir adam bu.
countdown for lost... season 4
renklerde ton uyumsuzluğu
21 Eylül 2007 Cuma
20 Eylül 2007 Perşembe
beşiktaş
zamanında çok aşık olduğum sevgilimle ilk olarak beşiktaşta iskelenin yanındaki çay bahçesinde öpüşmüştüm, çok rüzgar vardı, beşiktaş uyarmıştı beni üstümüze kocaman bir dalgayı atarak.
tanıdığım herkesle mutlaka beşiktaşta bir şeyler atıştırdım, genelliklede alibaba'da kebap yedik. işin ilginç yanı şu ana kadar okuduğum güzel kitapların çoğunu beşiktaştan almışlığım var.
bana hainlik yapmışlığı da yok diil beşiktaşın ama olsun. ben onu hep sevdim. kalbimin bir yeri hep istanbulda kaldı derim, yalan. kalbim beşiktaşta kaldı...
not: fotoğraf benim acemilik zamanlarımdan, kafanızda sağa kaydırın objektifi ya da hayal edin orada, iskelenin yanında bir çay bahçesi var taraçalı.
b1r
biri şu maçları durdursun yahu.
bir avrupa yakası sezonu daha açıldı ama bu sefer bir şeylerin eksikliği o kadar fazla hissediliyordu ki, olmamış. işin ilginç yanı her zaman gollum'a benzettiğim ve çok sevmediğim gaffur diildi eksik olan, kimyası tutmamış ilk bölüm senaryosunun.
iş başvurusu yaptığım yerlerin birinden cevap bekliyorum, eğer sen şu anda burayı okuyorsan bana şans diler misin?
okumayı ilk öğrendiğimde sapıkça bir paragrafta kaç tane "bir" kelimesi geçer acaba diye okuduğum bütün kitaplardaki bir'leri sayardım. insan yedisinde neyse 25inde de o.
iguanaymış yahu
bugün serkan'ın annesiyle buluştuk, bir heyecanla anlattım Sibel teyzeme, eğer pembeyse kesin iguana yavrusudur aman dikkat eve dadanmasın yuva kurar dedi. bugün ortalarda olmadığına göre henüz dadanma durumları yok, yani umarım.
19 Eylül 2007 Çarşamba
sobeee
çok zor zoru yahu, duruma göre değişir ama ben üç şeyle dışarı çıkamam ki, çıplak hissederim kendimi.
yine de inlik cinlik yapıyorum bir liste sunuyorum.
1- cüzdan ama içinde para, kredi kartları, banka kartları ve kimlik olmalı.
2- anahtar. yalnız yaşayan biri anahtarını unutursa boku yer, ötesi yok.
3- sigara ama değişimli olarak cep telefonu da olabilir. cep telefonlarından nefret ediyorum ama öylesine elimiz ayağımız olmuşlar ki onlarsız adım atamıyoruz. ben de şahsen iki hat, iki telefon var.
sigaraya gelince, günde birkaç paket içtiğim göz önünde tutulursa mutlaka yanımda paket taşımam gerekiyor.
ama bunların dışında (yine pınardan gördüm) çantam dolu ötesi.
1- cüzdan
2- iki adet cep telefonu, biri nokia, diğeri sony ericsson
3- anahtarlık ve bir sürü anahtar
4- kentkart (izmir'in akbili, ben hala akbili doldurtmam lazım diyorum, derdimi anlatamıyorum )
5- selpak mendil
6- ıslak mendil
7- catcher in the rye ( çok hafif, çantayı ağırlaştırmıyor, genelde yolda okuyorum)
8- toka- renk renk, boy boy, çeşit çeşit...
9- dudak nemlendirici nivea, vişne aromalı olandan
10- kıpkırmızı bir ruj ve renksiz dudak parlatıcı (işte bu çok can alıcı, heves edip aldım, işte süremiyorum, çok hafif belkii)
11- not defteri- lila, kareli
12- kalemler, kalemler, kalemler
13- bir adet nazar boncuğu
14- i-pod shuffle
15- rimel
16- 3 tane çakmak, ikisi aynı renk
17- sigara,ve sigaranın atıkları (dökülmüş tütün, dış ambalajı, ilk açıldığında çıkan kağıt vs.)
18- şarj aleti
19- elsa'nın gözleri şiirinin yazılı olduğu bir kağıt (panoya gidiyor)
20- bir sürü broşür, çoğu yemekle ilgili (pizza villa, pizza pizza, kuaför turhan- g.'nin yanına gittiğimde vermişlerdi)
21- fişler
22- tarak
23- güneş gözlüğü
24- rocco strip- keskin nane aromalı
25- ped ve tamalayıcı olarak iki adet ağrı kesici (apranax fort)
yani çanta diil çöplük. temizlemek lazım... belki daha sonra ama. sarma yapmayı planlıyorum.
18 Eylül 2007 Salı
Tie Up My Hands
bunalım hırkamı yazlıkta bıraktım.
uykum tatile çıktı, insomniam burda.
yoklama bitmiştir.
şarkıyı dinlememek serbest amma velakin derste çikolata yemek yasaktır.
Wipe the make-up from your face
Tie your hair and gently fall from grace
Until I come again
Take the disaffected life
Men who ran the company ran your life
You could have been his wife
I wanna love you but my hands are tied
I wanna stay here but I've been denied
Lets watch the clock until the morning sun does rise
Wipe the sweat from off your brow
All that you believe is here and now
You could have had more doubt
Wipe the shadow from your eyes
Rest your daughter while your mother cries
You could have let him fly
I wanna hold you but my hands are tied
I wanna stay here but I've been denied
I wanna lie here 'til we've killed this bitter doubt
I wanna hold you but my hands are tied
I wanna stay here but I've been denied
Lets watch the clock until the morning sun does rise
I wanna hold you but my hands are tied
I wanna sleep here but I've been denied
I wanna stay here 'til we've killed this bitter doubt
I wanna hold you but my hands are tied
I wanna sleep here but I've been denied
Lets watch the clock until the morning sun comes out
ilginç bir günün özeti
bu güzelim rüyayı yine rüya olmalarından kuşkulandığım arka arkaya yaptığım iki telefon görüşmesi kesti. ayrıntılar haftaya.
akşam dersim bitince eve attım kendimi, kapıyı açarken bir baktım kapımda kocaman bir kertenkele var, hem de beyaz. seko geldi o sırada, ben onun beni ziyarete gelmiş minyatür bir iguana olduğunu savundum, serkan da sanki önce yeşildi sonradan beyaz oldu, kesin bukalemundur gibisinden iddialarla çıktı karşıma. nitekim kertenkelecik gözlemcilerinden sıkılmış olmalı ki son hız üst katın merdivenlerine zıpladı.
kapıyı kapattık arkasından...
17 Eylül 2007 Pazartesi
çember
bir kahve içimlik ömrü kalmış bir ilişkinin son hesaplaşmalarına.
bir çemberin içinde nereye baksa tekerrür denen illetin pençesinde, şarkı şu "benim küçük sevgilim, sanki gerçekmiş gibi" gerçekliğini tartışamasak da.
sahi sen türkçe müzik dinlemezdin di mi?
o zaman "she just wept"i dinle starsailor'dan.
niye ben seni bu kadar çok özlüyorum ki? niye? NİYE?
16 Eylül 2007 Pazar
armağan- ceremonial
bugün herkese bir armağan vereyim istedim, biraz sanal olsa da armağan aramağandır, di mi?
yandaki tuzluk duygu'ya ev hediyesi.
beğendiysen battlestar galactica'ya devam ...
bu diş fırçasını başta kendi çocukluğuma ve tanıdığım tüm veled-i zinalara yolluyorum. süper bir buluş, 80'lerde çocuk olanların zamanında yoktu bunlar, biz TRT'de sadece 2 dakika diyerekten bize diş fırçalama alışkanlığı kazandırmaya çalışan reklamların çocuğuyduk.
bu telefonu biricik sevgilime hediye etsem, traş olurken de konuşabilsek, tamam konuşmadan geçtim, arada bir traş olsa da görsem gül cemalini.
Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü 2000'li yılların tek süper kahramanı, uçamasa da her soruya verecek mantıklı cevaplar bulabilen Xentus ayhantus'a armağan ediyorum.
yandaki venedik resmini ve eğer isterse italya tatilini tam sevgilisinden ayrılırken yokladığım murakami efendi'ye hediye ediyorum. bitirmek bazen başlamaktan daha zor olabiliyor, biliyorum. o konuşmanın nasıl geçtiğini de tahmin edebiliyorum, artık üzülmeni istemiyorum.
bu gece terliklerini ise gündüz yolda yürürken bile önüne bakmaktan aciz olan şahsıma armağan ediyorum.
hediye faslı bitmiştir, içelim.
after dark
ben sipariş verene kadar tükenmişti, nedense okuması daha da zor olsa da murakami'nin harvill'den çıkan kitaplarını daha çok seviyorum. üstüne notlar almaya kıyamıyorum, gözümden sakınıyorum harvill basımını.
dün gece aylardan sonra ilk kez saat 2'ye doğru uyudum ve sabah 7'de uyandım. insomnia krizimi aşmaya karar verdim, umarım öğlene doğru uyku bastırmaz. dün bütün gündüzümü uykuda geçirip babamdan paparayı yedikten sonra bu insomniac durumuna bir son vermezsem babamın hiddetinin boyutlarının nerelere varabileceğinin bir fragmanını izlemiş bulundum. (yeterince dehşet vericiydi, mazaallah)
işte, after dark, in the morning, this is all I could say.
nietzsche ağladığında'dan bir alıntı: "kimilerine göre benim felsefi çalışmalarım kaygan bir zamine oturtulmuş: görüşlerimde sürekli kaymalar oluyormuş. ama kaya gibi sağlam bir sözüm var: "neysen o ol." gerçekler olmadan kişi kim ya da ne olduğunu nasıl keşfedebilir?"
15 Eylül 2007 Cumartesi
listeler
ben plan yapmadan tuvalete bile gidemem G.cim. G.'nin suratında dumur bir ifade, kahvesinden bir yudum aldı, derin bir nefes aldı. keşke ben de öyle olabilsem dedi. gülümsedim ama anlatamadım G.ye. belki daha sonra.
hayatım, uyguladığım ya da uygulamadığım ya da yarım yamalak bazı maddelerine check attığım bir listeler bütünü. sabah kalkar kalkmaz trt2 haberlerini izlerken başlarım günlük listemi yazmaya.
- duş al
- kahve bardağını yıkamadan evden çıkma
- 3 saat ders var, dersten sonra gelirken markete uğra. (hemen bir alt liste açılır- alınacaklar)
- balkonu yıka
- çamaşırları at
- internetten şu kitabın siparişini ver
- akşam şu saatte şununla buluşacaksın
- gece bilmem kaçta yatakta ol çünkü sabah ders var gibi.
işte bütün bunları anlatamadım, saçmalamanın da bir sınırı var sonuçta.
you are my sunshine, my only sunshine
bugün dersaneye gittim, yeni başlayacak kurları öğrenmek ve kitaplarımı almak için. her şey çok garipti, bomboş bir odada çok meşguluz imajı yaratılmıştı. konuşmak istediğim konuyu konuşmadan çıktım ordan, yapmacıklıktan h-o-ş-l-a-n-m-ı-y-o-r-u-m...
G.yi aradım, kuafördeymiş, alem kız "atla gel daha benim röflem bitmedi, manikür de yapacaklardı, geç kaldım" diyerek beni resmiyetten gayet uzak, binbir dedikodunun döndüğü bir kuaför dükkanına taşıdı. kahve, sigara derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. (kahve için kuaföre, burnuma dayadığı sigaralar için de G.ye teşekkürler)
oradan Karşıyaka çarşı'ya yürüdük, daha doğrusu G. ile Boğaziçi'nin, bölümün anısını yad ettik yol boyunca. G. bizim bölümden mezun olmasına rağmen 4 yıl boyunca bir kere bile karşılaşmamışız, hiç ortak arkadaşımız yok okuldan. Sonra enfes bir köfte ve çay sefası yaptık, sanırım adı köfteci erol'du. enfesssti.
G.'yi zorla eve sürükledim türk kahvesi höpürdetelim diye, konu konuyu açtı, tesadüfen onun çalıştığı üniversitenin ilanına başvurduğumu anlattım, daha detaylı bilgi için nete gir dedi, bir sayfa dolusu telefon numarası, mail adresi vs yazdırdı. siteyi incelerken açık pozisyonların birinde ingilizce öğretmenliğini de gördüm. hemen başvurdum, lütfeeen olsun diye dua etmeye başlıycam birazdan:)
başlığa gelince, sabah canımdan bir parça olarak kabul ettiğim Duygu'cum aradı, sesi çok kötüydü. onun yanında olmayı çok isterdim, ona destek olabilmeyi. bana hep bu şarkıyı söylerdi.
feci bir İstanbul nostaljisi, dostu özlemenin verdiği burukluk, yanında olamamanın verdiği vicdan azabı da cabası.
öyle işte, bu da öyle bir gündü.
13 Eylül 2007 Perşembe
deniz gezertozargillerden
işte benden böyle....
iş konusu mu, daha belli diil.
9 Eylül 2007 Pazar
günlük saçmalamaları
dün çok uyudum, bütün bir haftanın acısını çıkartırcasına, hiçbirini hatırlayamadığım bol rüyalı uykulardaydım.
üç tane kitap var elimde, üçünden de biraz okuyorum, üçü de hiç bitsin istemiyorum.
bugün çok sevdiğim bir arkadaşımın nişanı var. iki gün önce çok sevdiğim başka bir arkadaşım ise nişan yüzüğünü çıkarıp üç yıllık ilişkisine son verdi.
part time çalışmak adamı daha da çok yoruyor onu anladım. hayatımla ilgili çok önemli bir karar verdim, kesinleşince buraya da yazıcam.
evde tam 6 tane ingilizceden ingilizceye sözlük var, her biri tuğla kitap boyutunda.
murathan mungan'ın "yalnız bir opera"sının bazı dizeleri aklıma geliyor kahve içerken. mırıldanıyorum.
bazı insanların evine haftalardır su girmezken köşedeki manav her gün caddeye tonlarca su döküyor, amacı serinlemek mi meyve sebze yıkamak mı bilmiyorum ama yollara dökülen suya içim acıyor.
jane austen'ın hayatının anlatıldığı bir film vizyona girecekmiş, belki girmiştir bile. mutlaka izlemeliyim.
dip dibe yaşadığımız karşı apartmandaki komşularımız sayesinde her anımı biri bizi gözetliyor formatında yaşıyorum, çok seviyorlar benim evimi gözetlemeyi.
annemi çok özledim. şu an onun sesini duyabilmek ve onun yanında olabilmek için neler vermezdim ki.
pazar rehaveti
lost'un üç sezonunu da ezberledik, bitirdik. o kadar alışmışız ki 2008 şubata kadar nasıl bekleyeceğiz bilemiyoruz. (by the way, sırf lost'u tv'de izleyebilmek için divx oynatabilen bir dvd player almışlığımız var) jack'in gittiği cenaze kimin cenazesiydi, adadan kimler kurtulacak, desmond'ın kız arkadaşının sırrı ne falan filan.... bu dizinin ilginç yanı şu, on farklı karakter bir araya gelse bile sıkılmadan bu diziyi beraber izleyebiliyor ve konuşacak bir şeyler bulabiliyor, o yüzden daha da çok seviyorum bu diziyi.
(bu arada resmi zamanında bilgisayarıma kaydetmiştim, kaynağı google images olmalı ama çok emin değilim.)
işte böyle....
8 Eylül 2007 Cumartesi
minik kurbağamın izmir seyahati
büyümüş sanırım benim kurbağam.
7 Eylül 2007 Cuma
dekorasyon çılgınlığı
sonbahar geldiiii.....
ne zaman ayaklarım üşümeye başlasa anlarım sonbaharın geldiğini. sonbahar gelince de evde değişim rüzgarları esmeye başlar. kanepem çok rahat ama daha renkli olsa nasıl olur, şurada bir raf daha olsa, üstüne kitaplarımı dergilerimi mi atsam, örtüleri havluları mı yenilesem vesaire vesaire... bu sonbahar için de birkaç dekorasyon kararı aldım:
1- mutlaka ama mutlaka değişik bir pano bulmak (veya yapmak) istiyorum oturma odama. (ikea'dan almam, herkeste var) mesela pop-art bir resmi bir kumaşa bastırıp onu panoya gerdirebilirim, yeter ki orijinal olsun ve benim odama uyum sağlasın.
2- emektar buzdolabımı geçen sene kırmızıya boyamıştım, şirin şirin oturma odasında homurdanıyor (mutfağa sığdıramamıştık taşınırken) acaba yanına küçük elden düşme bir sehpa mı alsam? onu da kırmızıya boyarım, üstüne de turuncu bir vazo ve canlı çiçekler koyarım. buzdolapçık da ebedi yalnızlığından az biraz kurtulur.
3- yemek masası için (o da oturma odasında) turuncu bir masa örtüsü ve turkuaz runnerlar bulmalıyım, hem odanın genel konseptine uyum sağlarlar.
4- yemek masasını mutfağa bağlayan küçük servis penceremin camındaki kartpostalları değiştirsem tam süper olacak. absolut resimlerinin renkleri solmaya başladı. acaba bir kolaj yapıp cama onu mu yapıştırsam?*****
5- yatak odamın parkelerini beyaza boyamak istiyorum, ama ev sahibinin hiddetinden de korkmuyor değilim :(
6- oturma odasına bir armut koltuk gelecek, en büyük boyundan, yazdan kalma bir karar. ayrıca kırmızı kumaşlardan kocaman yastıklar diktirilecek ve içine elyaf doldurulacak, böylece sıcak bir kitap okuma minderi hazırlanmış olacak. ( bu elyaf ve minder olayının maliyeti 7 milyon, şaka gibi)
ve bunun gibi bir sürü fikir, buraya yazdıklarımı (5. madde hariç) uygulamaya başlıyorum. hemen şimdiiii.
not: fotoğrafı kanepenin rengine bayıldığım için kullandım, malesef ki o benim kanepem değil....
çok alakasız olduğunu biliyorum ama bir tane de kırmızı kanepe istiyoruuum.
4 Eylül 2007 Salı
serkan usulü sütlü ekmek
3 Eylül 2007 Pazartesi
madonna olcakmış
madonna olcakmış, gülmeyin...
belki yarası var....
çok gülümsemiş mutsuz olmamış, belli şakası var
beş dakika durup bir dinleyin belki bir sözü var
hemen gitmeyin, bekleyin
ayrıca bişi var
bizden farklıymış evet deyin, e sen öylesin
doğuştan starmış, aman deyin,
nazar değmesin
madonna olcakmış gülmeyin....
bittiiii....
fotoğrafı kimin çektiğini ya da nerede çekildiğini bilmiyorum, ama renkli balonlar bana hep nil dünyasını anımsatıyor. madonna'ya gelince, şu an içinde olduğum durumun aynası.
bla bla bla
benim hayatımda iki tane murakami var, biri yazar, okuduğumdan beri beynimde farklı rüzgarlar estiren adam. diğeri, çok sevdiğim arkadaşım. adı murakami değil belki ama ruhları aynı sularda yüzüyor.
işte bu başlık da benim arkadaşım murakami'nin mottosu.
onu tanımak hayatımda çok şeyi değiştirdi. yanındayken kendimi daha çok buluyordum sanırım, sanki dalgalı bir denizde yüzerken kolunu uzatıp kurtarmıştı beni.
sonra bir gün gerçek murakamiyle tanıştırdı beni ve anladım ki bu tanışmadan sonra hiçbir şey normal olamazdı artık. surreal bir döngünün içine girmiştim bir kere, çıkmak mı? bedenim çıksa bile ruhum hep oradaydı artık. hiçbir şey eskisi gibi değildi, hayat aynı değildi. ben nasıl aynı gözle bakabilirdim ki hayata. oturdum ben de, bir tez yazdım. sandım ki, araştırırsam yazarsam kurtulurum. daha da içindeydim artık. kimlik kargaşası, birey olma savaşı, gerçeküstü olayların hayata yön vermesi ve mutlaka bir yolculuk teması. onu okurken hep beynimde beethoven'ın 9. senfonisi çalıyordu. bir hüzünleniyordum, bir şaşırıyordum, bir seviniyordum, sanırım daha çok hüzün hakimdi. bir gün, murakami'nin kehaneti gerçekleşti... I disappeared, not literally.
üzüldüm ve üzdüm ama öyle olması gerekiyordu. gerekçelerim vardı. kendimi haklı çıkaracak milyonlarca sebep sunabilirdim ama sonucu değiştirmezdi. ben de bu ortadan kayboluşun tadını çıkarmaya çalıştım, ne de olsa artık murakami kızı olmuştum.(büyük yanılgı (mı?) )
şimdi o döngünün içinde olduğum günleri özlüyorum belki....
daha renkli, daha anlamlı, hayatımda her şeyin daha fazlası görünüyor buradan bakınca....
o zaman farklı değerlendirsem de yaşadığım şey hayatta bir iz bırakabilme adına çabalamamdı belki. bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken şemsiyeyi fırlatıp ıslanmak ve sonrasında zatürre bile olsam ben bunu yaşadım diyebilmekti.
iyi ki yapmışım...
alternatif evlilik yeminleri
for men:
- ev işlerinde yardımcı olacağıma
- hasta olduğunda bir tas çorba pişireceğime
- işten geç çıktığında maç izlemeyi bırakıp onu işten alacağıma (hapı yuttuk diyordur içinden)
- 2 senede bir yurtdışına tatile götüreceğime
- eve misafir getirmeden önce arayıp yorgunluk seviyesini ölçeceğime
- özel günleri unutmayıp gerekli hediyeleri alacağıma
- kilo almış mıyım sorusuna her daim mantıklı cevaplar vereceğime (ben tartı mıyım ulan mantıklı bir cevap mı? dooonk... hayır)
- bu etekle bu bluz uymuş mu sorusuna kafamı kaldırıp cevap vereceğime....
- günde elli kere saçma bahaneler uydurup aramayacağıma
- yerdeki çorapların üstünden atlarken bileğimi burkmayacağıma
- haberleri izlerken ota boka ağlamayacağıma
- durup dururken kavga çıkarmayacağıma (ayak havada edilmiş bir yemin)
- aile bütçemizi sarsacak boyutta alışverişler yapmayacağıma
- patlayan ampülleri arada bir değiştireceğime (sırayla, bir sen bir ben: işte iş bölümü)
- kuaföre maaşımın yarısını vermeyeceğime....
tabi benimki işin gırgırı ama yazdıklarımı okurken erkekler yapmadıkları şeyleri yapacaklarına, kadınlar ise yaptıklarını yapmayacaklarına yemin etmiş, acaba önyargılarından ne kadar arındırabilir bir insan kendini. ben pek becerememişim galiba.
edit: bu arada gırgır yapmadan kendi evlilik yeminimi söylemek istiyorum. her iki taraf da aynı şey için yemin edecek.
"seni ilk gördüğüm günkü kadar çok seveceğime ve her daim değer vereceğime, her sabah uyanıp yanımda seni gördüğümde seni bana verdiği için Allah'a şükredeceğime, ikimiz için her kararı beraber versek bile birey olarak diğer kişinin de bir hayatı olacağına saygı duymaya, birbirimizi sıkmadan bağlı olma kavramının özgürlüğünü her daim hissedeceğime yemin ederim"
edit: sanırım nikahlarda yemin ederim değil, bunları kabul ediyor musunuz sorusu soruluyordu ama madem alternatif bir şeyler üretiliyor, bu da alternatif olsun.
edit: nedense bu yazımı hiç sevmiyorum....
esra hatun ve yamuk çevirmen diyalogları
bu arada yaptığım çeviriyi beğenmemiş olman beni mahvetti:) ( çoook, yerlerde sürünüyorum bak:)
"non,je ne regrette rien.c'est payé, balayé, oublié.je me fous du passé"
benim çevirim: hayır, hiç pişman diilim. elmalı pay da yedim, balayına da gittim. omzum mu, ağrısı geçti
doğru çevirisi: hayır, hiçbir şeyden pişman değilim. ödendi, süpürüldü, unutuldu.
geçmişten bana ne! (evet, fransızca bilmiyorummmm)
:) yamuk çevirmen deniz
2 Eylül 2007 Pazar
bir burç yorumunun anlık neşe getirisi
Over the past two years, financial considerations have ruled almost every decision you made. By now you are tired of all this monetary maneuvering. Happily, very soon, your financial picture will improve dramatically. You will be able to breathe, and the change will be so refreshing, you'll feel you've been given a miracle. Your problem has been Saturn in your second house of earned income, which acted as a wet blanket on all financial negotiations and conditions. On September 2, Saturn will move out of this house and not return until August 2034. You'll be free, dear Cancer! You'll be free!
Since July 2005, Saturn has made making a decent income remarkably hard to do. Employers had little money to offer you, so no matter how impressed they were with your qualifications, and devotion to your job, you were not able to get substantial raises. It had never been so difficult to earn a dollar. It was hard not to take your lack of ability to make money personally, but chances are, it really didn't have anything to do with you. Ancient astrologers likened the aspect you just had with famine and the appearance of the locusts, where nothing grew and nothing but sandstorms blew across the land.
The solar eclipse on September 11 falls in your negotiation house. More importantly, all solar eclipses bring Leo, the natural ruler of your second house of earned income, into the discussion. That means there is a good chance that you will see a financial breakthrough this month. Watch the type of phone calls you get on or just after September 11. You may get a lucrative job offer, especially if you've been out actively seeking work.
If your birthday falls on July 10 or within five days of this date, you will benefit most from this solar eclipse.
If you don't get an opportunity to increase your income near September 11 or the week that follows, wait until the full moon September 26. A terrific promotion or new position could easily come through for you at that time. If you haven't been looking for a better job, you have time - begin dropping hints with your boss at the start of the month and take any calls you get from headhunters.
All month Mars will be in the behind-the-scenes house, so you may not have all the information you need about what is happening behind closed doors until Saturn moves out of this sector on September 28. At that time Mars will go into Cancer, a terrific development, because from that point on you will be in control and in the driver's seat. If you have been having talks but can't seem to get an answer on those talks, everything will come to light at month's end. There is no need to be anxious - everything is moving in precisely the right direction.
Let's talk about Mars for a moment, because what's to come is really exciting! When Mars comes to your sign, as it does once every two years, it comes to help you launch a whole new cycle. Mars brings energy and enthusiasm to whatever you touch, ensuring that your efforts will have a certain presence and luster - in other words, your efforts are noticed.
Usually Mars stays in a sign for seven weeks, but now you will have Mars in Cancer from September 28 to May 9, a very long time. Part of that time Mars will be retrograde - from November 15 to January 30, Mars won't be in as strong a position - so you may encounter delays. The rest of the time, Mars will be working hard for you, so February through early May 2008 certainly looks positively sensational for seeing progress on all your deepest desires! Keep that time span in mind, for it's the right time to launch your dearest projects and endeavors. Jupiter will be in Capricorn by then, which means you will get amazing help from a middleman, agent, broker, collaborator, or spouse / companion / sweetheart, too.
October SHOULD be good, for Mars will be moving in a sure, strong, direct course at the time, but Mercury will slow things down by being retrograde from October 13 to 31. That means that most of us will spend a great deal of time backtracking over previously done projects to root out flaws.
You will feel Mercury's impending retrograde from the start of October, making it not ideal for launching new projects. You can work on projects you've already launched, but I wouldn't advise you to seed new ventures in October, nor should you sign contracts then either. Sometimes what we do just prior to a Mercury retrograde period has to be mopped up during the retrograde period, another reason to hold back.
Cancer loves home and family, but someone connected with your home has been giving you tummy aches. This has been true ever since Venus went retrograde on July 27. (Venus rules your home sector). Now Venus moves forward again on September 8 and everything will soon seem right again. Whew! Home related plans will bolt forward and even relationships with such people as your roommate, spouse, decorator, contractor, landlord, or even the cable guy should improve. Onward and upward!
One point about Venus - for the coming month, Venus will be in your earned income sector, so this is another indication (other than the ones I discussed earlier) that your finances are about to take an upturn!
Chances to enjoy romance should also improve, too. Pluto rules your love sector, but has been snoozing since it went retrograde on March 31. Now, Pluto wakes up on September 7, the date this dwarf planet moves direct. Pluto will stay in top form for months. Wow, dear Cancer, on so many levels, life really is getting better!
This month your best romantic dates will be: September 1 - 2, 5 - 6, 15, 20, 25, and 29.
yıldızları kırpmak - devam
bu satırları okuduğum an vazgeçtim yıldızları kırpmaktan...
hayallerimi şekillendirmek için uğraşıp hayalkırıklıkları almaktan...
yıldızlar olduğu gibi güzel. ister kuyruklu olsunlar, ister ufacık bir nokta gibi dursunlar, isterlerse de kayıp küçük çocukların gözlerini şenlendirsinler. çünkü biliyorum ki o yıldızda yaşayan küçük ve nazlı bir çiçek ve yareni küçük prens var...
küçük prens'e gelince... o küçücük elleriyle kalbimin kırıklarını toplamaya çalıştığı günden beri hayranlıkla izliyorum gökyüzündeki evini...
yıldızları kırpmak
yıllarca kaşı gözü olan aydede ve 5 kolu olan yıldızların nasıl gökyüzünde ufacık bir nokta ve bonibon kapağı büyüklüğünde bir yuvarlak olarak göründüğünü merak etmiştim. (kayıp gitmiş çocukluk yıllarım)
çok uzuuuun yıllar sonra, beşiktaşta dolaşırken bir sahaf gözüme çarpmıştı, üniversitedeydim, kalbim kırıktı, yorgundum. o sahafta bir kitap gördüm, yıllardır okumaya yanaşmadığım bir kitap, çocuk kitabı. adı "küçük prens"... hemen aldım kitabı, duyguyla elma'ya gittik, şarap içelim güzelleşelim hesabına. elma'nın içine su katılmış şarabını yudumlamaya başladık arka bahçede. özlemle ayhan geldi bir süre sonra, dedim ya kalbim kırıktı, rastgele bir sayfasını açtım kitabın ve rastgele bir satırdan okumaya başladım.
talihsiz saçmalamalar serisi-1
talihsiz saçmalamalar serisi 1:
1- bloguma yazı yazarken teknolojiyle aramın ne kadar kötü olduğunu bir kere daha anladım.
2- sawyer: lost'ta nedense en sevdiğim karakter, sadece yakışıklı olmak diil bu, farklı bir çekiciliği var adamın.
3- ben de artık stylish giyinmek istiyorum ama hala kendi tarzımı bulamadım. ( bu çok ciddi itiraf oldu)
4- sütlü kahve eteğimi terziye vermem gerek. (herry'den almıştım indirim zamanı, son iki tane kalmıştı biri 40 biri 38 beden. 40 bedenin içine girince sevinmiştim, yanımdaki hatun ise 38ini kapmıştı, sesizce gülümsemiştik birbirimize, ne de olsa hiç tanımıyorduk birbirimizi, aynı ortamda aynı etekle dolaşma ihtimalimiz yoktu. eve geldim, kuzencan anıl'a eteği göstermek için giydim, ooo alkışlar, çok taş oldun nidaları falan filan. eteği çıkarıp asarken bir baktım, 38 bedenmiş.... şimdi düşünüyorum benimle kıyaslandığında incecik olan o hatun eve gelip 40 bedeni görünce ne yaptı... orasını bilmem ama o gün 38 bedene düştüğümü öğrenip çoook mutlu olmuştum:)
5- lanetli hediye: seni düşünülerek alınmış veya yapılmış bir şeye lanetli demek çok ayıp biliyorum ama N, bana o garip filleri verdiğinden beri hayatımda her şey ters gitmeye başladı. çöpe atsam kızar mısın?
6- bbg evi yeniden başladı, lütfen biri bizi gözetlemese formatına dönüşse şu iğrenç reyting canavarı yarışma.
7- eğer sabah erken kalkmaz zorundaysam (ki bu çok sık oluyor) sabah bir koyu kahve içip yanında sigara tüttürmeden uyanamıyorum. uyanmak için bir üçüncü koşul da trt2 haberleri. bu üçü bir arada olmazsa bütün gün hortlak gibi dolaşıyorum. niye ben normal diilim sorusu kafama gark etmese yine...
8- herkes bir ev hayal eder, ben şu anda yaşadığım eve taşınmadan önce bütün hayallerimi geride bırakmıştım... şu renk koltuğum olsun, 3 odası olsun, pembe panjurları olsun falan filan, o an tek düşündüğüm şey bir an önce bütün eşyalarımı içine atabileceğim güvenli bir yer bulmaktı. emlakçı bezgin gözlerle son bir ev daha var elimizde dediğinde gönülsüzce tamam demiştik babamla. içeri girdiğimiz an doğru ev olduğunu anladım bu geometrik açıdan yamuğa benzeyen evin. gerçekten de aradan geçen bir yıldan sonra ne kadar doğru bir karar verdiğimi anlıyorum... home sweet home misali....
1 Eylül 2007 Cumartesi
eternal sunshine ! of the spotless mind
hemen akla attila ilhan'ın ayrılık sevdaya dahil şiirini getiriyor.
en gorkemli saatinde yildiz alacasinin
gizli bir yilan gibi yuvarlanmis icimde kader
uzak bir telefonda aglayan yagmurlu genc kadin
ruzgar uzak karanliklara surmus yildizlari
mor kivilcimlar geciyor daginik yalnizligimdan
onu cok ariyorum onu cok ariyorum
heryerimde vucudumun agir yanik sizilari
bir yerlere yildirim dusuyorum
ayriligimizi hisettigim an demirler eriyor hirsimdan
ay isigina batmis karabiber agaclari gumus tozu
gecenin irmaginda yuzuyor zambaklar yaseminler unutulmus
tedirgin gulumser
cunku ayrilik da sevdaya dahil cunku ayrilanlar hala sevgili
hic bir ani tek basina yasayamazlar
her an otekisiyle birlikte hersey onunla ilgili
telasli karanlikta yumusak yarasalar
gittikce genisliyen yakilmis ot kokusu
yildizlar inanilmiyacak bir irilikte
yansimalar tutmus butun sahili
cunku ayrilmanin da vahsi bir tadi var
oyle vahsi bir tad ki dayanilir gibi degil
cunku ayriliklar da sevdaya dahil
cunku ayrilanlar hala sevgili
yalnizlik hizla alcalan bulutlar karanlik bir agirlik
hava agir toprak agir yaprak agir
su tozlari yagiyor ustumuze
ozgurlugumuz yoksa yalnizligimiz midir
eflatuna calar puslu lacivert bir sis kusatti ormani
karanlik coktu denize yanlizlik cakmak tasi gibi sert elmas gibi keskin
ne yanina donsen bir yerin kesilir fena kan kaybedersin
kapini bir calan olmadi mi hele elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kugu boynu parmaklari uzun ve ince
simsicak bakislari suc ortagi kacamak gulusleri gizlice
yalnizlarin en buyuk sorunu tek basina ozgurluk ne ise yarayacak
bir turlu cozemedikleri bu olu bir gezegenin soguk tenhaligina
benzemesin diye ozgurluk mutlaka paylasilacak suc ortagi bir sevgiliyle
sanmistik ki ikimiz yeryuzunde ancak birbirimiz icin variz
ikimiz sanmistik ki tek kisilik bir yalnizliga bile rahatca sigariz
hic yanilmamisiz her an dusup dusup kristal bir bardak gibi
tuz parca kirilsak da hala icimizde o yanardag agzi
hala kipkizil gulumseyen sanki atesten bir tebessum zehir zemberek askimiz
sevdiğin birini beyninden sildirme işlemi bana çok acımasızca geliyor, özellikle joel barish'in lütfen bunu silme diye yalvardığı sahneyi gördükten sonra. hayatı silmek bu kadar kolay olmamalı...
--------bir sene önce bu film üzerine saçmaladıklarım------------
dünya çizgi çizgi diilmiş, öyle değilmiş ben gördüm... (ne alakaysa artık aklıma geldi yazdım buraya) uzun süredir space'ime giremiyordum. En nihayetinde under restriction kalktı. Please no restrictions!! the right to write.
I cant quite understand what's going on in my life but I'm aware that I'm on the verge of a serious change. It's a flow that I can not control and foresee. Let's see it...
bu arada hayatımın filmi vizyona girdi. Eternal sunshine of the Spotless Mind. beni tanıyan herkes bilir bu filme tutkumu, ama bir daha, en azından bir süre, izlemeyi düşünmüyorum. hele sinemada o kadar kişinin içinde her satırını ezbere bildiğim bir filmi izlemek düşüncesi garip geldi. Eğer izlemeyi düşünen varsa mutlaka gitsin ama bence izledikten sonra birkaç kez daha üzerinden geçilmesi gereken bir film. öncelikle bütün efektlerin bilgisayarla değil ışık oyunlarıyla yapıldığını söyleyeyim, senaryonun Hollywood'dan ne kadar uzak olduğunu, karakterlerin ne kadar detaylı çalışılıp seyirciye sunulduğunu, her diyalogda alt metin okumalarının yapılması gerektiğini ve senaryonun ne kadar çarpıcı olduğunu söylemeden geçemiycem. Jim carrey'i eğer komedi filmlerinde seviyorsanız bambaşka bir Jim carrey'le tanışmaya hazır olun, oynadığı nadir dramlardan biri çünkü. Kate Winslet biraz aşmış kendini, Clementine karakteri kendi deyimiyle biraz "anı anına uymayan" bir karakter. ingilizcesini hatırlayamadım şu anda (what a shame!) ama kate bayağı iyi oynamış. Hatıralarını gömmek isteyenlere gerçek acının o anda da başlayabilecğini anlatan film, hatırlamamak en büyük acılardan biri oluyor, çünkü biz balık değiliz, bizi insan yapan şeylerden biri hatırlamak falan filan... not: son cümleler tamamen mitoloji dersinin üzerimde bıraktığı etkilerdir, Suna Ertuğrul'u tanıma şansı bulan insanlar anlayacaktır bu satırları.( bu arada cümleyi yarım bırakma ve yeni konuya geçme konusunda da ondan esinlendim:)
I walked out the door. There's no memory left.
--------------------------------------------------------------------------------------
edit: ingilizcesi "impulsive"di. beni en çok anlatan kelime aslında, içten içe clementine mıyım diye soruyorum. bilmem....
carpe diem
bahane bulmak mı, yok canım, yaratıcılığımı artırıyor bu dağınıklık...