30 Aralık 2010 Perşembe

sanıyorum bu yılın son yazısı


Görsele bakıp yeni yıl kararlarımı yazacağımı düşünmeyin (bu sene yeni yıl kararları yok, benden beklenmeyen bir şekilde), yılın son günlerini özetleyen bir yazı yazdım :)
- Sera'nın önerisiyle okumaya başladığım Sebastian Knight'ın gerçek yaşamı'nı çok sevdim. Bitsin, sakin kafayla bir daha okuyacağım.
- Son 3-4 gündür sanırım sigarayı içmiyorum, yiyorum. Stresliyim vesselam.
- çiftli bir yılı geride bırakacağım için pek mutluyum. Nedense benim hayatımda güzel şeyler hep tekli yıllarda oluyor.
- Röno reklamında oynayan Noel baba, gitarını kapıp yarın bize gelsene. 7 çeşit meze var, rakı var, votka var, sıcak çikolata var, ne istersen var yani. Kırmızı burunlu Rudolph'u da getirebilirsin. Bizim köpeklerle oynar o da:)
- Hayatımda ikinci kez balkabağı tatlısı işine giriştim, ilki felaketti (dışı yandı, içi çiğ kaldı) ama bu sefer olacak...
- Serkan'a dünyanın en komik sweatshirt'ünü aldım. Bazen paketi açıp bakıp bakıp gülüyorum.
- Başbaşa yılbaşı mı dersiniz yoksa PTT müdavimi tembel bünyeler mi, bu sene sadece ikimiziz. muhtemelen gece 11 gibi yorgunluktan sızacağız ama uzun süredir özel bir günü böyle plansız geçirmediğimizden içimde güzel geçecek gibi bir his var. Hadi bakalım.
- bir de yarın okullar yarım gün olaydı tam süper olacaktı. (nöbetçiyim ve 7 saat dersim var, ondan)
- Geç olsun güç olmasın mantığıyla artık bizim de taaaaaaaam 10 sezonluk Friends'imiz var.
- obsesif kimliği ortaya serdiği için sildiğim bir yazı vardı, okumayan varsa özetleyeyim, yılbaşı süslerini bulamamam ve zaten ağacın ayağının kırık olmasıyla ilgili bir saçmalıktı. Neyse, yıllardır ilk kez bu sene evde yılbaşına dair bir süsleme yok, sadece masa örtüsü peçeteler filan yılbaşı temalı olacak.
- Artık uyuma vakti...
Görüşemezsek diye söylüyorum, yeni yılınız gönlünüze göre geçsin :)
D.

27 Aralık 2010 Pazartesi

wishlist


Sevgili Noel Baba,
Eğer varsan (ki bence varsın) bize de gelir misin, adresi zarfa yazdım. Bu sene senden çok şey istemeyeceğim. listem aşağıda, öpüyorum kocaman.
1. eve yakın bir okula tayin olmamı sağlar mısın? her gün ortalama iki buçuk saat yol beni yoruyor :)

2. stoklarında kalmadığı için alamadım, sizin imalathanede yapılıyorsa eğer bu yüzük beni çok mutlu eder :) not: cassette butik

3. diyetimi devam ettirecek irade ve sabır, ama bolca...

4. kahve makinası, aşağıdaki iki seçenekten herhangi biri beni mutluluktan havalara uçurur :)








5. Yılbaşında sizin geyiklerle beraber buradan geçerken burada tutacak kadar kar getirebilir misiniz?

6. bir de şu bikiniye bayıldım... Benimki kırmızı beyaz da olabilir tabi :)


şimdiden teşekkür eder, tombalak yanaklarını sıkarım. hohoho
D.

nostalgia

hayatımın ilk diy'i. 3 yıl önce bloga koymuşum, altına yazdığım yazıyı ise silip başlığı değiştirmişim. bunun yazısını yazdığımı hatırlıyorum ama neden sildiğim meçhul. Aklıma geldi bir an.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Lambada


kaynak

Allahım, çocukken bir dönem büyüyünce ne olacaksın sorusuna "lambada" diye cevap veren başka akıllılar var mıdır bilmiyorum. (Türünün tek örneği bile olabilirim) Ben çocukken o kadar modaydı ki anneme o klipteki kızın beyaz eteğinin aynısından aldırmıştım üstünde de hangi tişört varsa ucu boyundan içeri geçirilmek suretiyle büstiyer haline getiriliyordu ve ben de bulduğum her boş zamanda dans kostümümle lambada dansı yapıyordum. (Bilmeyenler/duymayanlar için hemen bir dipnot düşeyim, lambada partnerle yapılan ateşli bir dans ve ben o hareketleri tek başıma yapıyordum) İnanın Küçük Emrah'ın S.S ile o dönemde çektiği diskolu filmlerden daha kötüydü. Zavallı annem bütün tişörtlerimin önlerinin nasıl o hale geldiğini anlamıyordu tabi. Neyse,yeterince çalıştıktan sonra bir gün annemle babama hadi salona gidelim size bir şey göstereceğim dedim. (müziksetimiz salondaki vitrindeydi) Bunlar içeri geçip oturdular ben de kostümümü giyip kalın kırmızı kadife tacımı saçıma geçirdim, bir de tombalak bir çocuğum görüntüyü siz hayal edin. Kaseti koydum, dans etmeye başladım bir baktım bizimkiler kıpkırmızı, gülmemek için kendilerini tutmaktan kızarmışlar. dansım bitince ikisi de koptu, nasıl gülüyorlar ama anlatamam. Ben de ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. En sonunda birinin aklına geldi de sordu, bu ne kızım diye. "ben l-l-lambada dansı... " ve ağlama efekti. En sonunda azıcık gülmelerine ara verip de beni sakinleştirmeye çalıştılar. (ama hala göz göze gelemiyorlardı, göz göze gelince yine gülme krizi başlıyordu) Bu olaydan sonra aklıselim bir insanın lambada macerası biterdi ama inatçılıktan ölen ben her gün daha da fazla çalışıyordum muhteşem dansıma ve utanmadan her sorana büyüyünce lambada olcam ben diyordum. Neyse ki büyüdüm ve geçti, makerana macerası da başka bir nesli yaktı, şimdikileri ise apaçi dansı yakıyor. hiç izlemedim o ne ki derseniz, buyrun buradan yakın.

23 Aralık 2010 Perşembe

kıvırcık saç, cheeseburger ve uyku


Bu aralar hem facebookta hem de twitterda herkeste bir kıvırcık saç aşkı başladı, ben de biraz anlatmak istedim kıvırcık saçı. ben kendimi bildim bileli kıvırcık saçlıyım ama düz saçlı olmak için her şeyi yapardım. (Sakın Brezilya fönü ne güne duruyor demeyin, dipten çıkan saçlar beni cidden ürkütüyor ki bir arkadaşım Japonya'da yaptırmıştı yıllar önce, dipten çıkanlar rezaletti.)
şimdi kıvırcık saçı şöyle özetleyeyim ya saatler süren fön çekme/çektirme hali ya her gün bir kutu jöleyi kafaya döküp her gün saç yıkama hali ya da benim gibi artık boş verip marul gibi saçları her gün topuz yapma hali... boş verme sebebplerim ise:
fön: yazın tutmaz, kışın yağmurda düşen her damla kabusun olur.
jöle: her gün saç yıkamak ayrı bir kabus olur. İşin en kötü yanı da şu, mesela sen saatlerce uğraşıyorsun saçını jölelemek için. herkes "oof dağılmışsın, saçını taramadın mı?" filan diyor. bozuntuya vermiyorum ama içimden saydırıyorum. Misal 1 ay önce deli gibi uğraştım, derse bir girdim, 3-4 öğrenci ayrı ayrı öğretmenim saçınızı taramayı unutmuşsunuz, bende tarak var, vereyim mi gibi tekliflerle geldiler, nasıl utanç verici olduğunu anlatamam.

İşin ilginç yanı, benim saçım Antalya ve İzmir'de bu kadar kıvırcık ve şekilsiz, İstanbul'da ise oldukça dalgalı ama şekilli. Saçım İstanbul'un suyunu ve havasını seviyor sanırım.

Bugün Gizemcikle buluştuk, ona göre muhteşem bana göre ise korkunç bir havaydı: yani güneşli... O depresiflikle bir adet devasa cheeseburger ve yanında az patates kızartması yedim. Gizem beni durdur demeseydim daha da yiyecektim. Oooof, napıcam ben bu diyet işini?

Buluşmadan sonra direk eve geçtim ve film izlerken uyuyakaldım. Oysa bugün yapılacak o kadar çok işim vardı ki... Az daha kuaföre gidip şu kaşımı aldırmazsam bu da öğretmenimiz Osman hanım diyecekler zannımca, ayrıca spor da yapmam gerekiyordu benim. Ertelemeler kötüdür Deniz, erteleme...

bu arada hem How I met your mother hem de Desperate Housewives 2 haftalık ara verdi. (tabi benim takip etmediğim pek çok dizi de)

Cassette Butik indirime girmiş, yılbaşına kadar takılarda fiyatları oldukça uygun, online satışları da var.
İdefix içinse son 3 gün, kitap almak isteyen varsa elinizi çabuk tutun derim.

dipnot: sevgilimi her aradığımda ona farklı bir lakap takıyorum, ballı lokmam, romantik pepem vs. her defasında bir ağız dolusu gülüyor, işte ben bu adamı çok seviyorum diyorum her seferinde.
dipnot 2: yukarıdaki resim facebooktan binlerce application'ından biri. ben çok seviyorum, geçen sene pek facebooka yazmasam da yazdıklarımı derlemiş, toplamı, hepsini my yearbook status'a eklemiş. Burada paylaşmasam şişerdim tabi.

21 Aralık 2010 Salı

bir değişik börek macerası

bugün bir öğretmen arkadaşımdan buzluk böreği tarifi aldım, hem her harca uyar hem de tadına doyum olmaz muhteşem bir börek diye o kadar çok reklamını yaptı ki, hepimiz kadıncağızın ağzına düştük. Aslında hamurunu açmak gerekiyormuş ama yufkayla da olur dedi. böyle yufkayı çok az yağ ve bol suyla doldurduğumuz derince bir tepside yıkıyorsun (yani içine koyup hemen geri alıyorsun, ıslanmış oluyor) ondan sonra yufkayı ikiye katlayıp her yufkadan 4 tane üçgen börek yapıyorsun. (ben kıymalı patlıcanlı yaptım) sonra bu börekleri en az bir gece buzlukta bekletmek gerekiyormuş. Sonra pişmeden önce üstüne yumurta sürüp pişiriyormuşsun, misss gibi oluyormuş. Bakalım ben bu işlemleri tek tek yaptım ama sanırım yılbaşında pişireceğim, malum diyet olayları filan var. bu arada 3 yufkaya sadece 1 çorba kaşığı yağ koydum, anlattığı gibi ıslattım, yufka dağılmadı. (pratik uygulamasını da gösterdi bu arada)
Hadi bakalım, pişince anlattığı gibi lezzetli olmazsa götürüp al hepsini sen ye kadın diyeceğim.
Sonuçtan haberdar ederim.

20 Aralık 2010 Pazartesi

pembe muhabbetler

5 gün önce konuştuk ama ben onu her dakika konuşsak da özlüyorum. işte bu yüzden bu blogu açtığı için çok mutluyum. Şimdilik isim vermeyeyim (o istediği zaman adını söyle zaten) ama kendisi pek candır, Boğaziçi'ni güzel ve eğlenceli yapanlardandır. Bir akşam tanışmak için yurttaki odaya iyi ki gelmişsin, iyi ki o kahveyi içmişiz beraber, bak kırk yıllık hatrı hala bitmedi:) seni çok seviyorum dostum.

içimde uçuşan sayılar


source
okulda müdürümüz her sınav sonrası sınavın istatistiklerini istiyor, misal 13. soruda kaç kişi doğru cevabı vermiş, hangi şık yanıltıcı olmuş vs gibi. Tabi bu her biri yaklaşık 30 kişi olan 5 sınıf için yapılınca (her sınavda fiks 20 soru var) iş, içinden çıkılmaz hale geliyor. Tamam, bazı okullar ve çoğu dershane bunu yapıyor ama yavrum onların optik okuyucusu var, bizim yok ki...
Biz de optik okuyucu gibi olduk, yemek masasının üstüne sınav kağıtlarını dizip tek tek kontrol ediyorum, 4 saatte 1 sınıf bitiyor, öyle söyleyeyim.
ooooof, daha bunun raporu da yazılacak. Üstelik ekşi'de öğretmenler hiç iş yapmıyor, çok maaş alıyor, 6 ay tatil yapıyorlar vb yazılar gördükçe köpürüyorum. pardon, 6 ay tatili nerenizden uydurdunuz kuzum demezsem çatlarım ayrıca.
Ayrıca, bu sene d.y.n.e.d işini becerdik ve herkese cd'sini ve şifresini vs verdik ama absürd diyaloglar geçmedi değil.
- öğretmenim bu cd'yi bilgisayarın neresine takıcaz? (çocuk hayatında hiç bilgisayar kullanmamış, söylemeye gerek var mı?) (evet, hala bilgisayar sınıfı olmayan okullar var, mesela bizimki)
- bu cd bozuk, şarkı çalıyor İngilizce? / - nasıl yani, nerede denedin cd'yi? / - dvd player'da. / - ama o bir program, bilgisayarda kullanmalısın. / bizim bilgisayar yok ki, internet kafeye gidebilir miyim örtmenim? (iç ses: yaşasın, feysbuka girerim hem)/- hayıııır!
- kız öğrencim cd getirenlerin listesini yapmış, başlık: sidiverenler :)

doğru düzgün kahvaltı yapacak bile parası olmayan öğrencilerim ve onların bilgisayarları olduğunu varsayıp (üstelik bu bilgisayarların internete bağlı olması gerek) dolayısıyla bize bu garip diyalogları yaşatan bir sistem! Ne diyeyim!

19 Aralık 2010 Pazar

aynadaki muamma, pazar rehaveti ve aşırı kahve tüketimi


Jostein Gaarder ve Aynadaki Muamma: İskambil Kağıtlarının Esrarı'ndan sonra bende bir Jostein Gaarder hayranlığı başladı ancak anladım ki her kitabı aynı etkiyi yaratamıyor. Aynadaki Muamma kesinlikle çocuk kitabı ve 13 yaş altı için pek uygun değil çünkü ölüm, cennet, cehennem, melek ve tanrı kavramlarını ciddi ciddi irdeliyor. Yani 14 yaşındaki bir çocuk bunları okuyup bu kavramları daha da netleştirebilir ama 27 yaşını bitireli çok olmuş bir yetişkin bu kitabı okurken fazlasıyla didaktik dilden rahatsız olabilir. ( ya da ben rahatsız oldum, ama meslek hastalığı da olabilir) Yazarın dili her zamanki gibi akıcı ve kitap kısa olduğu için yaklaşık 2 saatte okunup biter. okumak isteyen olursa birinci tercihim olmasa da okunabilir derim.
her pazar günü aynı şeyi yapıyorum, bir güzel liste hazırlıyorum ama tek yaptığım şey günün rehavetine kapılıp kahve içmek, tv izlemek, kitap okumak filan. Tembelliğim o kadar üst düzeydeki diyetim yerlerde sürünüyor. Pek kötü!
Yılbaşı yaklaştıkça bende kaygı düzeyi artıyor, her ne kadar bu tarz özel günlerin ticari amaçlarla bize benimsetildiğini bilsem de şu yılbaşı aşkımdan vazgeçemiyorum. bir kere renkler öyle güzel ki, kırmızı ve yeşili her an ev dekorasyonumda kullanabilirim, karlı havada sıcak bir şeyler içip evde eğlenmek fikri de çok cazip geliyor. Ooof, iflah olmam ben.

18 Aralık 2010 Cumartesi

norwegian wood


Haruki Murakami denince akan sular durur benim için, ama nedense Norwegian Wood en az sevdiğim kitabıdır (kitap bana biraz durgun ve ayıptır söylemesi bayık gelmişti) yine de filminin çıktığını duyunca heyecanlanmadım diyemem. Tabi filmden büyük beklentilerim yok, Tony Takitani'yi sabırla izledim oysa beni Murakami'yle tanıştıran kişi filme dayanamamış ve kendiyle çelişen şeyler yapmıştı; misal ben tuvalete gidiyorum deyip salonu son hız terketmiş ve normalde hiç yemediği halde lahmacun yemişti :)
bugün facebook'ta Norwegian Wood'un trailerını görünce blogda paylaşmamak olmaz dedim. İzlemek isterseniz Youtube'da.

bridget jones mu?



bugün arkadaşlarıma yaklaşık 6-7 sene önce yaşadığım saçmasapan 6 aylık bir süreci anlatmıştım. çok sevdiğim bir adamdan ayrılıp depresyona girmem üzerine tüm çevremi depresyona sokacak kadar mızırdanmaya başlamıştım o dönem ve bizim gang "çivi çiviyi söker" diyerek beni her hafta biriyle tanıştırmaya çalışıyorlardı. (Tanıştırdıkları adamların her biri de ayrı çatlaktı ve çok komik şeyler yaşanmıştı o dönem. tabi benim mızırdanmalarımdan bıkan bizimkilere de eğlence çıkmıştı.) bu olayları komedi filmi tadında anlatmam üzerine gelen yorum ise beni kopardı: " yani, ufak çaplı bir bridget jones olmuşsun."
Neden koptum: bir sürü çatlak kadın karakter arasında ben de kendimi en çok Bridget'le özdeşleştiririm, ama Bridget bir yandan da çok zavallı bir karakter değil mi? Ooof, ben gidip kendime benzeyen başka bir karakter bulmalıyım. Ayrıca akşam Mr. Darcy'ye mavi çorba yapacağım.

16 Aralık 2010 Perşembe

baby shower


kaynak
hayatımda ilk kez bir bebek partisi organize ediyorum :) Pek çoğumuzun baby shower olarak mutlaka bir yerlerden duyduğu partinin hep ticari amaçlı olduğuu düşünmüşümdür (aynı sevgililer günü gibi) ama biz bunu ticarilikten nasıl çıkarırız diye oldukça kafa yorduk ve ufak bir organizasyon yapmaya karar verdik. Birinci amacımız anneye bebeği doğmadan son kez arkadaşlarıyla keyifli vakit geçirtebilmek olduğu için çalışmalarımız bu yönde gelişti. Anne adayımız her şeyi aldığını ve hediye istemediğini belirtince hediye listesi fikrini rafa kaldırdık ve yerine her Türk insanı gibi altın almaya karar verdik, en azından neye harcayacaklarına kendileri karar verirler. ortalama 7-8 kişilik bir parti olacak ve herkes kendi hazırladığı süslü püslü yiyecekleri getirecek. (şeker hamuru can dostumuz olacak sanırım) ben şirin davetiyeler hazırlıyorum, konuklara dağıtılacak o günü anımsatacak ufak hediyeler için hala arayıştayız ama. evi o güze özel dekore etme fikrinden anne adayımız pek hoşlanmadı (fazla ticari bulduğunu belirtti) o yüzden dekor olarak sadece pembe tüller götüreceğiz yanımızda. o gün çekeceğimiz fotoğraflarla özel bir defter (scrap book) gibi bir şeyler hazırlayacağız. bu arada ben de oyun ve eğlence için alternatifleri araştırmalara başladım. çok heyecanlı ve keyifli bir süreçmiş bu :) resmen heyecandan ölüyorum.

15 Aralık 2010 Çarşamba

kış, kahve, tanrı olmak isteyen otobüs şöförü ve ajandalar

kağıt bardakta kahve içmeyi tek seven ben miyim allahaşkına? Belki porselen bir kulbu olmuyor ama nedense bana hep kantinde yapılan güzel sohbetleri hatırlatıyor ya da hastanede beklerken birinin iyileşmesini umutsuzca beklerken kalabalık içindeki kocaman yalnızlığı.

Yalnız yaşasaydım eğer sanırım sadece kahve ve çikolatayla beslenen insanlardan biri olurdum. hayatımın öyle bir parçası kahve. Kahve demişken her sene bu zamanlar en sevdiğim kahve Starbucks Christmas blend. hala bir kahve makinası almadığım için press'lik çektiriyorum. Sanırım fiyatı 18-19 tl civarı ama yanında bir orta boy içecek hediye, dolayısıyla makul bir fiyata geliyor. ben 2 mocha+christmas blend'i 25 liraya aldım, yani net bir fiyat söyleyemiyorum) Kahvede yumuşak tatları seviyorsanız öneririm.


Metis Ajandamı aldım, hazırlayanların ellerine sağlık, çok şukela olmuş. (bu sene herhalde 4. ajandam oldu:)

Tanrı olmak isteyen otobüs şöförü: İdefix'ten aldığım ve hakkında hiçbir şey bilmeyip sadece adı ilginç olduğu için aldığım bir kitaptı. Aslında güzel, değişik bir kara mizah, tek problem benim hikaye insanı olmamam. hikaye okurken hep bir şeyler yarım kalıyor benim için, cidden karakterlere o kadar alışıyorum ki, onların ne yediğini içtiğini, güncel olaylara nasıl tepkiler vereceklerini filan merak ediyorum ve sonuçta çok güzel bir yemekten sadece bir kaşık yemeye hakkım varmış ve sofradan aç kalkmış gibi hissediyorum. Misal çocukken hikaye kitaplarının sonlarındaki boş sayfalara kendimce sonlar yazardım, bir şekilde olay orada kalmasın devam etsin isterdim. (tabi bu cümle o zamanlar hikaye diye bir edebi türün olduğunu bilmemem bilgisiyle okunursa daha mantıklı olacaktır.) zaten sıradan bir insanım, düzeni ve devamlılığı severim.
Okumak isteyen olursa kitap hakkında naçizane birkaç görüş: yazarın dili gayet akıcı(zaten Avi Pardo çevirmiş), hikayelerde dokunduğu noktalar da çok can alıcı ama ben en çok cehenneme komşu olan köyü sevdim. arafta kalanların turist olarak gidip gelebildikleri yer. Ayrıca intihar edip şimdikinin aynısı olan evrene düşen insanlar ise trajikomikti. çocuk kılığına girmiş cüce, tanrı olmak isteyen dakik otobüs şöförü, kendini melek sanan cüce, ilk çocuğu erkek olduğu için ölmesi gerekirken ölmedi diye tasalanan baba filan alışılagelmişin dışında karakterlerdi. yazarı biraz ezberbozan kısacası.

Dipnot: Buraya hep kişisel yazıyorum, iyi ki de yazıyormuşum çünkü fark ettim ki uzak şehirlerde yaşayan, her an göremediğim konuşamadığım arkadaşlarım da takip ediyor burayı. (Esra, dün uzun bir mail atmış bu konuda, tabi daha uzuuuuuuun yazacakmış, ama işi çıkmış) :)

13 Aralık 2010 Pazartesi

İzmir'de kar



kaynak

hayır, bu bir oxymoron değil (birbirine zır iki şeyi bir arada söyleme sanatı), Cumartesi günü gökyüzünden düşen ufak, tefek ve narin beyazlar bu sabah tekrar kendini gösterdi. henüz tutunamayacak kadar küçükler :)
eh buraya bile kar yağıyorsa hava nasıl soğudu bir düşünün...
Karşıyaka'da kar tutmadı ama yüksek kesimlerde tutmuş.
okullar tatil olur mu acaba? :)

12 Aralık 2010 Pazar

giveaway by Did

daha önce bloguma, yaptığı muhteşem clutch ve kolyeyle misafir olan Did'den über süper hediyeler var. 20 Aralık doğum günüymüş, iyi ki doğmuşsun Didem :)
bir bakalım neymiş derseniz, buyrun.

10 Aralık 2010 Cuma

chick-lit yazmanın püf noktaları

dünkü post'ta bunalım kitaplarımın chick lit olduğunu söylemiştim. yahu ben bu chick lit işini çözdüm, yeminle. inşallah daha önce buna benzer bir formül yayınlanmamıştır, rezil rüsva olurum. işte formül:
1- metropolde yaşayan ya işinde çok başarılı, ya da işinden nefret eden bir kadın karakter yarat. Plazada çalışabilir, ya da butik pastanesi veya çiçekçisi olabilir. ama asla hemşire, öğretmen gibi sıradan bir meslek değil, özel sektör olsun. tercihen reklamcı, halkla ilişkiler veya magazin dergisinde editör olabilir. karar size ait.
2- bu hatun işyerine az uğrasın ama çok para alsın, plaza kadınları diyebileceğimiz bu hatunun manolo blahnikleri, louis vittonları ve harvey nicholsları olsun.
3- karakterimiz ince, uzun ve çekici olsun, renk katmak isterseniz 3 kilo fazlası olsun ama o kilolara takıp kendine hayatı zehir etsin.
4- karakterimiz hazırsa yanına birkaç tane her aradığında ulaşılabilecek, işi gücü arkadaşını dinlemek ve onun problemlerine çözüm bulmak olan 2 yakın kız arkadaş (+/-) bir gay arkadaş ekleyin.
5- her buluşmada içilecek şarapları/margaritaları her chapter'a dört beş kadeh düşecek şekilde aralara serpiştirin.
6- eveeet, bir eski erkek arkadaş problemi kitabın 2. bölümünde ortaya çıksın, ya esas kızı terk etmiş bir adam olsun ya da artık anlaşamadıkları için ayrılmış ama uzun süre çıkmış bir çift olsunlar.
7- aslında sevgili olmayı hiç düşünmediği ama sık sık karşısına çıkan, mucizeler yaratan ya da ufak tefek jestler yapan ama bir türlü hislerini açamayan bir adamı unutmayalım. işte bu esas erkek.
8- kızın esas adamı ararken takıldığı 3-4 erkek karakter bulalım, bunlar ya alkolik ya bağlanma problemi olan (sorunu siz seçin) ama bir şekilde kızımız hayal kırıklığına uğratacak adamlar olsun.
9- kızımızın evi mutlaka sıcak bir ortam olmalı. "sevimli bir mutfak", "pofuduk kanepeler" vs. (çünkü romantik komedi izleyip elinde şarabıyla/kahvesiyle o pofuduk kanepelerde ağlayacak)
10- bilge bir karakter (yaşlı bir komşu, anlayışlı baba) ve kızımıza hayatı zehir eden sorunlu veya çatlak bir ebeveyn olmazsa olmazımız.
11- en önemlisi kızımız alışveriş delisi olmalı, buluşma öncesi victoria's secret'tan iç çamaşırı almalı misal.
12- bu ana başlıkların etrafında bolca bar sahnesi koyup kızımızı çeşitli adamlarla buluşturun, arkadaşlarıyla dertleştirin. Annesiyle kavga etsin, bolca sakarlık yapsın, arada rezil olsun ama makyajı akmasın, ütüsü bozulmasın.
13- son 50 sayfada 7. maddede adı geçen adam kıza yavaş yavaş açılmaya başlasın ama bir aksilik/yanlış anlamalar silsilesi olsun, son 5 sayfaya kadar kavuşamasınlar.
14- son 5 sayfada bu ikisini kavuşturun, kız 6. maddede adı geçen adamı bile unutsun ve okurlar mutlu sona kavuşsun.
amin

9 Aralık 2010 Perşembe

error vermiş bünye



kaynak

imdaaaat, bünyem error vermeye başladı. babam hep der ki, dünyada çalışma ve iş denen şeylerin varlığından haberin olsa sen dünyaya bile gelmezdin kızım, hah işte tam öyleyim. daha önce elli bin kere söylemişimdir ama ben şu hem işe gider hem evimi toplar hem de süper sosyal hayatım olur kadınlardan değilim. değilim işte. Beynim yoruluyor, hiç ummadığım şeylere kafa yoruyorum, kafam oluyor binbeşyüz, kafam nasılsa ev de o hale geliyor. zaten tembelim, çocukken idolüm Garfield idi, düşünün yani.

Bunun dışında diyet zımbırtısıyla uğraşıyorum, yılbaşına kadar 3 kilo vermek istiyorum, haftada bir kilo verilir. (verilir verilir, gülmeyin)

Havada kalmış bir İstanbul planımız vardı, sevgilimi kafaladım, pazar sabah 7'de evden çıkıp gece 2'de evde olacaktık. bu arada TS-İBB maçını izleyip, bizimkilerle bir kahve içip laklakın dibine vurduktan sonra dönecektik ama hayalimizde bizi eve getirecek gece 12.30 uçağını bulamadık. Buradan bilumum hava yollarına sesleniyorum, pazar günü gece 12'den sonra uçuş olsa tam süper olmaz mı?

2011'de leyleği havada görmek istiyorum. 2011 demişken her sene gönlümü kaptırdığım metis ajanda 2011 çıkmış. konumuz "Irkçılığa, Ayrımcılığa ve Nefret Suçlarına Karşı", ben yarın alacağım, meraklısına duyurulur. tahminen 4-5 lira civarındadır.

bu arada bir haftada 7 tane super light kitap bitirdim. Onur Gökşen başarılı ama keşke daha uzun yazsaymış. (evet, bunalım dönemlerimde, uzun yolda (her gün 2 saat) chick-lit ve light kitaplara sarıyorum, shame on me!)

6 Aralık 2010 Pazartesi

yılbaşı hakında zırvalamalar



kaynak

Aralık ayı başladığı an bende bu yılbaşı manyaklığı başlıyor. Hepsi o mutlu Amerikan yılbaşı filmlerinin suçu.
Bu sene geleneği bozmayıp yine bir ajanda alacağım ama giderek bridget jones olmam gözümü korkutuyor.
yemek geleneğini ise sürdürmeyi hiç düşünmüyorum. Geçen seneki fiyaskodan sonra bu sene hiçbir güç yılbaşı günü beni 5 saat mutfağa sokamaz.
Bu sene mümkün olduğunce yeni yıla rahat gireceğim. ptt ile tabi ki :)

3 Aralık 2010 Cuma

kısa kısa

.kişisel bir tercih ve ekstra gelir olmasına rağmen cumartesi günü çalışmaktan nefret ediyorum.
.diyetim berbat gidiyor, gitmiyor.
.tam 13 gündür aralıksız çalışıyorum (tatil günleri dahil)
.gecikmeli de olsa idefix kitaplarımı yolladı
.bir sürü dergi de aldım, hiçbirini açmadım.
.yarına hazırlamam gereken planlar var, akşamın on buçuğu, biliyorum, başlasam hemen biter ama elim gitmiyor, başlayamıyorum.
.daha okul için sınavları girmedim, üstelik süresi de geçti.
.aldığım 19 kitabın bir buçuğu bitti bile. (Aslında 20 kitaptı ama bir tanesi tükenmiş)
.nikon d3000 alacağım, ctesi çalışmak için tek motivasyonum.

30 Kasım 2010 Salı

yapabilsem yapacağım iki kaçamak


Allah'ım, bu nutellayı keşfedeni hem sevmek hem de eşek sudan gelinceye kadar dövmek istiyorum. işte nutellayla ilişkimiz bu, kaşık kaşık yemek istiyorum ama tutuyorum kendimi.

Aynı ilişkiyi bir de Big King ve patates kızartmasıyla yaşıyorum. Hımmm, olsa da yesek diyorum sonra aklıma geliyor, içindeki yağ oranı o kadar yüksek ki yediğim takdirde diyetimden çok fazla şey çıkarıp günü aç geçirmem gerekiyor, onu da göze alamadığım için kendisini uzaktan sevmek, sevmelerin en güzeli.

Not: diyetisyenler akıllı insanlar, yeme demiyorlar, tabi canım ye ama şunu, şunu ve zilyon tane bunu listeden çıkarıp yiyebilirsin diyorlar, tabi aç kalmayı göze alamadığım için erteliyorum.
Neyse, 8 kilosu gitti ağırlığımın, hadi Deniz, sabır...

28 Kasım 2010 Pazar

Ah!

Pazar sabahı erken kalkıp işe gitmenin rehavetiyle uyuyakalmışım. uyandığımda haberlerde bu görüntü vardı.
Ah Haydarpaşa! nasıl yaptılar bunu?
Başka hangi ülkede bu kadar muhteşem tarihi yapılar el çabukluğuyla yok edilebilir ve yerine otel, avm vs konulabilir?
Al işte, çocuklarımıza yeni mirasımız...

25 Kasım 2010 Perşembe

Blitzgiving


Bu hafta bence son üç sezonda çekilmiş en güzel How I met your mother bölümünü izledik. Hem Himym'ı hem de Lost'u çok seven biri olarak Hurley'i (Jorge Garcia) görmek bulduğun ilk flaşbekle adaya en kısa yoldan dönüş gibiydi.


*************** feci spoiler içerir, okurken küfretmeyin *********************

Bizim gang'in üniversiteden arkadaşı Stevie, nam-ı diğer Blitz, alamet-i farikası mekanı terkettiği an muhteşem bir şeyler olan ve bunu kaçıran kişi durumundan kurtulamayan bir nevi loser'dır.
Ta ki Şükran Günü Ted'in hindi içine hindi dolması gibi saçma bir yemek fikriyle mekanı erkenden terketmesine kadar. Ertesi sabah uyandığında grubun ne kadar eğlendiğini ve yeni "Blitz"in ta kendisi olduğunu anlayana kadar turkeykey dünyanın en muhteşem fikri olabilir miydi? Tabi evdeki fırın bozulmasaydı, bu kadar problem çıkmayabilirdi.

Hala hindiyi pişirmek için fırın aranıyor....

Bu kadar özet yeter diyerek yorumlara geçiyorum. Bir kere adaya gönderme yapan phone number, white smoke ve bizzat Hurley'nin söylediği adadayken kaçırdıkları demin bahsi geçen bulduğumuz ilk flaşbeklerdi. Stevie'nin kimyası grupla çok uyuşmuş, ayrıca fırınından çıkan kedi kumu ve kedi de kendisinin asosyal ve içekapanık yaşam tarzını destekleyen sahnelerdi (ki zaten bütün olayları kaçırdığı zamanlar aklına takılan bir bilgisayar oyunu oluyordu)

Küvetten çıkan Zoey ve evindeki kutlama, Zoey'nin iticiötesi problemleri ve tavırları vs dizide nedense pek ısınamadığım neredeyse zorlama sahnelerdi. Ben bu kızı sevemedim, biraz da ondan sanırım objektif olamıyorum.

"Truth or Dare" oyununda sapıklık yaptıkları kişinin ufak çapta bir bilge çıkması ve Robin'in ona takılması ise hoş ayrıntılardı. Robin ve Barney'nin hikayesinin henüz bitmediği yapımcılar tarafından da sık sık belirtiliyor ama onlar bir nevi ruh ikizi gibiler. tabi 3. sezondan itibaren her iki karakterin de gelişimi ve değişimiyle daha da bir tencere kapak oldular.

******************** spoiler bitti, gözümüz aydın ************************

işte böyle keyifli bir bölümdü. şiddetle önerilir.

22 Kasım 2010 Pazartesi

idefix sanal kitap fuarı

çeşitli mecralardan okuduğuma göre idefix sanal kitap fuarı 23 kasım günü başlayacak amma velakin sitelerinde tık yok, sanal kitap fuarı başlıyooor, başlayacak vs gibi birkaç tanıtım yazısı bekliyorum ama yok, sanırım çok feci yanılıyorum ve yarın kitap fuarı filan yok. oysa ben kaç gündür deliler gibi kitap mesaisi yaptım. şunu alayım, şunu ekle şunu çıkar derken 55 editlemeden sonra 20 kitaplık bir listeye ulaştım.

içinde neler neler var derseniz ilk sırada Louis Aragon ve Aşk Şiirleri var, kitap zevkine çok güvendiğim birkaç arkadaşımın önerisiyle Jeannette Winterson'ı ekledim (aslında "vişne'nin cinsiyeti"ni önermişlerdi, ama kalmamış, ben de Atlas'ın Yükü'nü tercih ettim, üslubu görmek açısından), İskambil kağıtlarının Esrarını okurken bayıldığım Jostein Gaarder'in birkaç kitabı ve İdefix'in önerisiyle Michael Ende listemde. Ne zamandır almayı ertelediğim "Her Şey Aydınlandı", bilumum içinden İstanbul geçen kitap, Sera'nın önerisiyle Sebastian Knight'ın Gerçek Yaşamı (Nobakov), Yeşil Peri Gecesi'ni daha iyi irdeleyebilmek için "Kapak Kızı", bir devam kitabı olarak "Nietsche öldü, bir Hippopotam olarak yeniden doğdu" ve Mazharolmak da listeye eklendi. birkaç chick-lit ve adı çok ilginç geldiği için "Tanrı olmak isteyen otobüs şöförü" de listemin naçizane öğeleri.

Portnoy'un Feryadı, Vişne'nin Cinsiyeti ve Şenlikli Bir Cinayet ise tükendiği için alamadığım kitaplar.


Sonradan gelen edit: Bir gün daha sabretseydim muhtemelen bu yaı olmayacaktı. kitap fuarı 24 Kasım-26 Aralık arasında olacakmış.

17 Kasım 2010 Çarşamba


bazen psikoloji bilmemek gerekiyor, fazla analiz bünyeye zarar. her şeyi inceliyorum, her detay gözümde, işin içinde kendin varsan objektif de olamıyorsun ki yanlış yorumlamak her şeyi daha da kötüleştiriyor. canım Freud, gözlerinden öperim.

15 Kasım 2010 Pazartesi

sensiz olmaz


herkesin depresyon hırkası varsa benim de depresyon şarkım var. Bildiğim kadarıyla bu şarkı 4 farklı sanatçı tarafından söylendi.


ilki tabi ki Bülent Ortaçgil, kadife gibi. Daha sonra Levent Yüksel söylemiş, sonrasında ise Neredesin Firuze filminde Müslüm Baba'dan ve Bülent Ortaçgil'le beraber verdikleri konser sayesinde Teoman'dan dinlemiş olduk. sizce en güzel versiyonu hangisi?

13 Kasım 2010 Cumartesi

bir öneri

bu yazıyı okudunuz mu? bence okuyun, hayran kaldım çünkü ben.

11 Kasım 2010 Perşembe

deprem

bir saat önce 4.9'la sallandık. hayatımda ilk kez bu kadar hissettim. bizim köşe koltuk üstündeki 200 kg'a rağmen zıpladı, öyle söyleyeyim. tırstık mı, evet.

10 Kasım 2010 Çarşamba

10 Kasım

Kaç kişi vardır ki hiç tanımadığı kişilerce üstünde imzası taşısın demiş birileri...
kaç lider vardır ki her sene milyonlarca kişi tarafından saygıyla anılsın ve hatırlansın, Atam iyi ki senin liderliğini yaptığın bir ülkede gururla cumhuriyetin neferleriyiz diyebiliyoruz, bugün başım açık, kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadınsam bunu sana ve seninle birlikte varını yoğunu bu ülke için feda edenlere borçluyum. Teşekkürler...

8 Kasım 2010 Pazartesi

artık devir değişti, tabi reklamlar da değişti...


Geçen akşam televizyon izlerken birden Metin Akpınar'ın sesini duydum, noluyor filan derken bir baktım ninni söyleyerek tüm çocukları uyumaya davet ediyor. çok ilginç geldi. biz çocukken Adile Naşit vardı, hatırlayan var mı? masal okuyordu sanırım, kuzucuklarım benim derdi, hayal meyal hatırlıyorum bu reklamları.



bir de bu var tabi. devir değişti derken çocuklar da değişti demek yanlış olmaz. Yalın ve Vestel reklamı, robot arkadaşlar? hayır çocuklar cidden inanır buna ben söyleyeyim :)

6 Kasım 2010 Cumartesi

Kantinde buluşalım...

daha önce şu yazımda okulumun mezunlar gününe değinmiştim. okulumu o kadar çok özlüyorum ki, geçen gün üniversite fotolarına bakarken kantinde ne kadar çok resim çektirdiğimizi fark ettim. o yüzden kısaca Boğaziçi Üniversitesi kantinleri adlı yazıma başlıyorum. tabi bütün bu bilgiler beş yıl öncesine aittir ve şu an geçerliliği kalmamıştır demezsem eksik kalır çünkü ben öğrenciyken bile kantin dışarıdan gözlemlenilebilecek kadar çok değişim yaşadı.

Güney Kampüs:

1. Sosyete Kantin: 1. erkek yurdunun arka tarafındaki merdivenlerden çıkıp ulaşılabilecek yer. Teras kantin olarak da bilinir. nedense ben öğrenciyken gerçekten tikkycanların gözde mekanıydı ama 2004 yılında alt kattaki marketi kapatıp yerine değişik dükkanlardan yiyecek alınabilecek bir çeşit avm food court'u tarzı bir yer açılınca havası söndü gitti. (yahu Abbas ve Wonderland şubesi filan vardı, öyle söyleyeyim)

2. Orta Kantin: üniversiteye ilk başladığım sene buranın solcuların takıldığı kantin olduğu söylenmişti. Aslına bakılırsa bir tek solcuların değil, gotiklerin, bohemlerin ve yolu düşen herkesin takıldığı kantin. Tostu ve çayı pek güzeldi, bir de adı Leyla ya da Mecnun olan tostumsu bir şey satılıyordu, içinde nutella vardı. pek severdim.
Ben öğrenciyken tatsız bir olay yaşanmıştı, kantinin işletmecisi orada eskiden çalışan biri tarafından vurularak öldürülmüştü. dehşet dolu günler yaşamıştık.

3. Adını bilemediğim kantin, food court: işte benim 4. sınıftaki favorim. orada bir soğuk sandviçci vardı, acıktığımızda soluğu burada alırdık. Sanırım mezunlar gününe gittiğimizde kapanmıştı. (işte bu yazı o yüzden pek nostaljik) Son gittiğimde içine girip şöyle bir dolandım ama neler var neler yok çok dikkat etmemişim. (girişinde Boğaziçi ürünlerinin satıldığı bir market, yan tarafta ise kuaför var.) o zamanlar Abbas ve Wonderland'in şubeleri vardı, bir de bizim soğuk sandviçci. Hamburger ve kumpir yapan dükkanlara ise pek uğramadığımı söyleyebilirim. açıldığı sene tüm okulun favorisiydi.

Kuzey kampüs:
Kuzey Kantin: işte en çok değişim geçiren kantinimiz. önce labların olduğu binanın altındaydı ve çok büyüktü, sonra yemekhanenin yan tarafına taşındı ama başına gelenler bunlarla kalmadı. tepesine Louvre müzesindeki piramitin çakmasını yerleştirdiler, yemekhaneyle ayırmak için cam fayansla kaplandı filan.

not: foto boun.edu.tr

Neden sevilir: kütüphaneye yakındır, ders çalışırken arada çık, kahveni iç, oooh süper walla. Ayrıca yemekhanede yemek yedikten sonra çay içmek isteyenler için ideal mekandır. üstelik zaman tasarruflu, saniyeler sürmez yemekhaneden çıkıp kantine varmak, deneyin walla:)
bir de biz son sınıftayken formasyon aldığımız için (formasyon dersleri kuzeydeki eğitim fakültesindeydi) lojistik açıdan bize en yakın mekandı. çok bilirim 4-6 arası boşluğumda Kuzey Kantinde ders çalıştığımı.

Neden sevilmez: itiraf edelim, hepimiz Güney Kampüsü daha çok seviyoruz, Kuzey 2. sırada.

------- --------------- -------------------- ----------------

tabi tekrar edeyim, bu bilgilerin hepsi bayat, 5 sene öncesine ait, ki ben 4 sene içinde bu kantinlerin hepsinde ne değişikler gördüm. şimdi hayal bile edemiyorum.

3 Kasım 2010 Çarşamba

kitap fuarı

Buraya pek kitap yorumu yazmasam da aslında kitaplara oldukça düşkünümdür ve şu aralar Tüyap'taki kitap fuarını hasetle izlemekteyim. Düşünün, Alper Canıgüz ya da Murat Menteş, imzalı kitaplarıyla kitaplığınızda. E İzmir'de de var kitap fuarı diyenler olacaktır, vakti zamanında İstanbul'da yaşayıp pek çok kitap fuarı görmüş biri olarak söyleyebilirim ki İzmir'deki İstanbul'dakine kıyasl kitap kulübü toplantısı gibi kalıyor. gelen yazar sayısı az, indirimler kısıtlı, katılımlar da düşük. Hey kitap fuarını düzenleyen kişiler, İzmir'e de aynı kalitede bir kitap fuarı istiyoruz.

1 Kasım 2010 Pazartesi

strawberry ve eiffel aşkına


daha önce şu yazıda Gizem'in getirdiği Eiffel Tower'ı kolyeye dönüştüreceğim demiştim (çünkü anahtarlık olarak kullansam kesin 3 günde kırılırdı) yanına bir de fimo yaptım, çoook şeker oldular.


31 Ekim 2010 Pazar

don't kiss the cook cos she's getting angry when kissed while cooking

hiçbir yemeğe domates koymayan ben bugün yemek yapmakta oldukça iddialı olduğumu iddia edince kocam gülmekten yerlere yattı.
iddiamı burada kanıtlayabilirim, öncelikle bütün mezelerde ve et yemeklerinde yaptığım her yemeği silip süpürüyorsun , tencereleri sudan geçirmeme bile gerek kalmıyor.
ikincisi, yaptığım çorbayı hazır çorba sanıyorsun ki bu da gayet lezzetli olduğunun kanıtı.
üçüncüsü, yapamazsın dedin, içli köfte yaptım, hem de tek başıma. ertesi gün yine yap da bunları tanesi 3 liradan satalım, sana kardan pay vereyim dedin, pışık dedim ve tartışmamızı ilkokul seviyesine çektim.
rulo köftemi herkese anlatıyorsun, Deniz manyak bişi yapıyor diye.
zeytinyağlılara domates koymuyorum çünkü pişmiş domates sevmiyorum, aaa, bir dakika, içinde domates olsa bile sen sebze sevmiyorsun ki...
kuru patlıcan dolmam okulda kapışıldı.
bu ilkokul 2 seviyesindeki postu burada bitirir, gözlerinden öperim. ayrıca bir hafta boyunca her akşam tost yiyeceğiz.
öptüm, bye
yeni clutch'ımın sonunda fotolarını koyabildim ama üstüne yeni postlar girdiğim için buraya tık tık. tekrar tekrar diddanslamode'un ellerine sağlık.
Taksimde bombalı saldırı olmuş. lütfen Allahım, arkadaşlarımın hiçbiri orada olmasın. genelde pazar kahvaltısı için o civara giden çok arkadaşım var, ya da evi o taraflarda olan. lütfen hiçbir şey olmasın onlara.

29 Ekim 2010 Cuma

aslında...

  • yazlık kışlık değişimim başladı, her çıkardığım şeyi ütülediğim için çok uzun sürüyor. 10 günlük kıyafet ütülemiş bulunuyorum.
  • kış geldi diye çok mutluyum, güneşe alerjim var nedense.
  • bir süredir diyetim çok iyi gidiyor. (tü tü tü) artık formam haline gelmiş üç siyah pantolonumda feci bol gelmeye başladı. Allahtan hükümet gibi popom var da üstümde duruyorlar.
  • yine çok yorulmaya başladım, oysa ki vitamin alıyordum bu sene. hani vitaminler işe yarıyordu, hani hani?
  • çok alışverişe çıkasım var, ama diyet hanım sakın alışveriş yapma dedi, eskilerle idare et, bu dönemde alacağın her şey seneye giyilemez olacak. öyle olur di mi, ama ama bir elbise gördüm, o kadar güzeldi ki....
  • sanırım daha az sakızlı Türk kahvesi içmeliyim, çünkü çoooooook içiyorum, sonra gece zombi oluyorum.
  • haftada beş gün tavuk suyuna şehriye çorbası, ya da 2 gün yağsız rulo köfte ya da ıspanaklı tavuk sarma. bu tariflerle et haşlanmış ya da ızgara formundan dolayısıyla eziyetten çıkıp daha keyifli hale geliyor.
  • pilav!!! cıssss!
  • otacı'nın saç bakım yağını aldım, deneyip haber vereceğim. eğer işe yaramazsa gidip kafalarına fırlatacağım çünkü o kadar ısrarla işe yaradığını, saçın yıpranmışlığını giderdiğini anlattılar ki.
  • tombalak bacaklarımın içine sığabileceği bir bot hala bulamadım. ama muhteşem bir kolye aldım veeee sonunda istediğim telefona da kavuştum.
  • Bu kadar alışveriş demişken anlatmadan geçemeyeceğim Halkbankla ufak bir problem yaşadım. yaklaşık 2 ay önce maaşımı aldığım Halkbank'a kart başvurusu yaptım ve özellikle belirttim, bakın telefon alacağım acil diye. bir ay sonra aradılar, kimliğinizi evlendikten sonra değiştirmemişsiniz diye, neyse değiştirdim, geçen gün gittim hani benim kartım diye, meğersem sisteme değişikliği kaydetmemişler ve ben 30 gündür bu değişiklik yapılmadığı için kart bekliyorum. değişiklik yapıldı ve muhtemelen 2 hafta sonra kart gelecek ama ben bir şekilde(babamın kredi kartıyla) telefonumu aldım ve sinirliyim. şimdi onların hataları yüzünden bu yaşta babama bu ihtiyacı aksettirmek zorunda kaldım.

şimdilik bu kadar. Aslında günler güzel geçiyor.

28 Ekim 2010 Perşembe

karlaaaar düşer, düşer düşer ağlarım


benim gibi bir yağmur severe bile pes dedirten bir şekilde yağmurluydu bugün. ooops, yine hikayenin ortasından girdim. baştan alıyorum. sabah 5.45'te kalktım, kahvaltı yaparken dışardan tıngır mıngır yağmur sesi geliyor, aaa ne güzel yağıyor, şemsiyemi unutmayayım dedim. dışarı çıktığımda bir baktım bizim garaj kapısının önü minik bir gölcük olmuş, daha ilk adımda çorabım ve botlarım sırılsıklamdı. ya otobüsü kaçıracaktım ya da hasta olacaktım. hasta olmayı seçtim, koşar adım durağa gittim, oysa ki otobüsü zaten kaçırmışım. neyse aktarmalı ulaşım sayesinde çiğli'ye geçtim. ben hala sabah rehavetiyle durumun vehametinin farkında değildim, Çiğli'ye gelince anladım. bilen bilir Menemen dolmuşları deli gibi araba kullanır, yahu dolmuş bile geçemedi o bir sürü gölcüğü. Evka-5'in orda minik bir şelale ve kocaman bir gölcük oluşmuştu. neyse, menemende taxiye bindik arkadaşlarla, Taksici diyor ki umarım sizin okulun olduğu mahalleye girebiliriz. biz tabi yusufçuk olduk, okula girmek bir dert geri dönmek ayrı dert. sağ salim okula vardığımızda tammm 15 dakika geç kalmıştık. çocuklar o göllerden geçmişler, hepsinin çoraplar ayakkabılar sırılsıklam, kimi çorabını çıkarmış, hasta olacaklar kesin. oğlum, git evine diyorsun, zaten yarım gün, hasta olma boşuna. çocuk diyor ki üstümü değiştirip geleyim mi öğretmenim. tövbe tövbe deyip devam ediyorum, üstünü değiştirsen bile geri gelirken yine ıslanacaksın. neyse yağmur durunca herkes evine dağıldı, karşıyakaya'ya geldiğimde yine günlük güneşlikti. Allahım, sabahki yağmuru görmesem inanacağım. eve geldim, 2 saat sonra bizim ufaklıklar hırlamaya başladı, arkasında bir gök gürültüsü geldi, yerimden zıpladım. bir sağanak yağış da akşamüstü geldi. oooof, hava durumu, havan kimeyse ona göster, ben senin biraz dengesiz bir süper güç olduğunu kabul ediyorum.

27 Ekim 2010 Çarşamba

lalalalalala oh my new clutch !




daha önce wishlist'ime de yazdığım Audrey ve MM clutch'ım Did'in güzel ellerinden çıktı. Aslında bu kadar büyük olduğu fotoğraflardan belli olmuyordu ama inanılmaz büyük ve güzel. çok kaliteli bir yapısı var ve evladiyelik diyebileceğimiz kadar sağlam. Did'in ellerine sağlık :)

not: bilgisayarıma format atmak zorunda kaldım, şimdi fotograf makinasının hafıza kartını tanımıyor, o yüzden fotografını çektiğim halde buraya yükleyemiyorum :( ne yapılması gerektiğini bilen varsa ve yardımcı olursa pek sevinirim :)
sonradan gelen edit: problem halloldu. işte fotolar :)

24 Ekim 2010 Pazar

filozof İsmail efendi

benim ismail diye bir öğrencim var, kendisinde mouth diarrea, nam-ı diğer çenesi düşüklük, susamama hastalığı var. geçen gün derste "filozofik bir yaklaşım" deme gafletinde bulundum, hemen İsmail parmak kaldırdı, efendim İsmail dedim. "Öğretmenim, filozof çok konuşan adam demek, di mi?" dedi. öğretmen olanlar bilir, böyle durumlarda çocuğun özgüvenini kırmamak için gülmemek ve mümkün olduğunca basitleştirilmiş cümlelerle çocuğa doğrusunu anlatmak gerek, peki ben ne yaptım, çantamdan ajandamı çıkarıp İsmail, bu bir vecize diyip deftere yazdım. Sonra biraz felsefeyi anlatıp, konuşmaktan çok düşünme üzerine olduğunu anlatmaya çalıştım. İsmail hala vecizeyi çözmeye çalışıyor, söylememe gerek var mı? ayrıca, kendini filozof da sanıyor olabilir.

22 Ekim 2010 Cuma

the invention of lying

The invention of lying, (yalanın keşfi diye çevirebiliriz) ütopik denilebilecek bir yerde geçiyor, insanların mizacında yalan söylemek yok, her düşündüklerini olduğu gibi aktarıyorlar ki bu zaman zaman rahatsız edici olabiliyor. film önce bu ortamı seyirciye tanıtarak başlıyor, sonra esas karakterimiz Mark devreye giriyor. Mark, tam bir kaybeden, kilolu, işini kaybetmiş, parası olmayan ve aşık olduğu kadın oldukça analitik düşünen biraz materyalist bir insan. derken, bir gün kimsenin yapmadığı bir şey yapıyor, yalan söylemeyi keşfediyor ve bunu çevresindekilere bir türlü izah edemiyor çünkü hiçkimse öyle bir şeyin varlığından haberdar değil, bir türlü algılayamıyorlar olmayan bir şeyin söylenmesini. komedi burada başlıyor, Tanrı algısının inceden inceye eleştirilmesi, Mark'ın giderek İsalaşması (fiziksel olarak), Coca Cola ve Pepsi reklamları (it causes obesity for children and adults) bence hoş ayrıntılardı. herkesin gerçeği söylemesi bazı noktalarda biraz abartılı ve rahatsız ediciydi. K.kamı yaptım, çok mutluyum denir mi be durduk yere gibi tepkiler vererek izledim ne yalan söyleyeyim.
filmin son 30 dakikası ise sanırım biraz gişe kaygısıyla çekilmiş çünkü romantik komedi ve komedi klişeleriyle doluydu, bu filme daha klişelerden arınmış bir son yazılabilirdi.
eğer, ne yapsam yahu diye geçirecek 102 dakikanız varsa izleyin derim.

kedi göbeği

yaklaşık bir aydır, diyetim yerinde sayıyordu, sebebi ise pes etme, motivasyonsuzluk olarak açıklanabilir. son bir ayda 500 gr alıp 700 gr verdim. (yani yerinde sayma derken gayet ciddiyim) ama şu son bir haftayı waffle faciamı saymazsak iyi geçirdim, sebzemi filan ölçülü yedim ve tekrar anladım: düzgün uygulanan her diyet kilo verdirir.

bu sene ctesi günümü doldurmak istemesem de tüm gün dersteyim, ekstra gelir olarak bakıyorum ama artık çok yorucu olmaya başladı. çok değil, sadece üç sene önce ben bu temponun çok daha ağırında çalışıyordum ve sanırım daha az yoruluyordum ya da artık gerçekten tembelleştim ve daha az çalışmak istiyorum. (Sanırım hak ettim de bunu)

Hazır yazmaya başlamışken geçenlerde keşfettiğim bir blogdan bahsedeyim. beslenme çantasına kitap ve film koyanlardansanız incelemekte fayda var. Blogun üç yazarı var ve her tür kitap inceleniyor. ben sevdim, komik bir anlatımları var. Blogu incelerken anlattıkları kitapların 3-5 tanesini okuma listeme aldım ve önerdikleri the invention of lying filmi ilginçti.

21 Ekim 2010 Perşembe

başlıksız

çok fazla iç karartıcı olduğunu düşündüğüm için blog şablonunu değiştirdim, ama yenisini pek sevemedim sanırım, hiç yazasım gelmiyor. zaten günler de monoton geçiyor, işe git gel vs vs. tekrar eski yağmur şablonuma mı dönsem?

18 Ekim 2010 Pazartesi

kahve diyarında d&g

1.5 hafta önce Gizem'in doğum günüydü. yok hastalık yok seyahat derken biz bir türlü buluşamadık, kısmet bugüneymiş. Hem özlüyoruz birbirimizi, hem de benim eşşekliğim yüzünden bir türlü buluşamıyoruz.

Bugün de hava nasıl karanlık, bir yağmur var, resmen sırılsıklam olduk. benim minnak bir adet brownie yedi, üstünde mumla, kahve diyarında kendi çapımızda atraksiyon yarattık :)

Bizimki ayıptır söylemesi geçen hafta Paris'teydi, her ne kadar yediğin içtiğin senin olsun desem de yediklerini (daha doğrusu yiyemediklerini) anlattı, pek mutluydu bugün.

Doğum günü için bir elbise almıştım, teee ekimin başında ama Coni onu parçalayınca koşa koşa gittim aynısından bir tane daha aldım, hatta dayanamadım, kendime de bir tane aldım. tabi ancak 15-20 kilo verebilirsem bunun içine sığarım ben :) işte budur:

Ayrıca, giderken ben Gizemciğe bir sipariş vermiştim, bulursan bana çorap alır mısın diye? yahu, tüm çoraplar zaten Türkiye'de üretiliyormuş, Gizem de tam istediğimi bulamamış ama yerine görünce bayıldığım bu çantayı ve Eiffel heykelini getirmiş. Eiffel heykelini hemen kolyeye çevireceğim:)))) işte bu da resmi:


Dip not: Ayrıca Çeşme'den sakızlı kahve de getirmiş bana, hem de Vittakis, tabi arkadaşı kahveyi içmediği için (resmen yiyorum) depolamam için 4 paket getirmiş.

17 Ekim 2010 Pazar

olmak ya da olmamak sorunsalı

her şey insanda bitiyor, varlıkta. (existence) her gün insanlar ölüyor, ancak yakınlarımızdan biri ölünce hatırlıyoruz ölümü.
her gün mutlu olmak için elimize binlerce fırsat geçiyor, ama misal ertesi gün teslim edilmesi gereken raporu düşünüp anın tadını çıkaramıyoruz.
canımız çikolata yemek istediğinde ayy, diyetteyim şekerim diyoruz, akşam içimizde büyüyen açlığı belki koskoca bir kavanoz nutellayı yutarak gideriyoruz.
hiçbir şeyi zamanında yapmıyoruz.
geçen ay vefat eden arkadaşım (ki çok severdim kendisini), facebook sayfasına cep telefonuna kadar bütün bilgilerini yazmış. bir kere aradım mı, hayır!
İzmir'de yaşıyormuş, sadece yarım saat uzaklıkta, bir kere buluştuk mu? hayır!
Haberi duyunca hüngür hüngür ağlamamın hiçbir anlamı yok, listemde 300 kişinin olmasının da hiçbir anlamı yok çünkü sadece 30-40 tanesiyle düzenli olarak ya da arada sırada görüşüyorum. Böyle yaşayan tek ben değilimdir, kaçımız akrabalarımız ayda bir de olsa arıyoruz, peki ilkokul öğretmenimiz? nerdedir acaba? Facebook listeniz, hepsiyle ayda bir kez de olsa mesajlaşıyor musunuz?
belki de çok uçlara kaymamak lazım, belki bu kadar çok bireyselleşmemeli, bu kadar çok "özel alan" kaygımız olmamalı.

Selam dünyalı, biraz geyik yapalım mı?

kaynak
  • niye bütün uzaylıların gözü, eli, kulağı dünyada görülebilecek insan formuna bu kafar yakındır?

  • niye hepsi, filmin çekildiği ülkenin dilini konuşur? (İngilizce)

  • hepsi nasıl insani duyguları taşır? (sevgi, öfke, intikam vb.)

  • o zaman hayali bir karakter olduğu için bence pamuk prenses de uzaylı olmalı.

  • pollyanna zaten uzaylı.

  • uzaylı zekiye uzaylı, ama dünya denen gezegende doğmuş, o yüzden uzaylı ama dolaylı olarak. yani hepimiz kadar.

14 Ekim 2010 Perşembe

ben bu aralar

ben bu aralar:
  • Gül ablanın elinin değdiği tertemiz evin tadını çıkarıyorum
  • kışın gelmesine içten içe sevinip yağmur sonrası havayı kokluyorum
  • işe gidip geliyorum
  • diyeti bozmamak için cidden çaba harcıyorum
  • ekebileceğim her randevuyu ekiyorum
  • arada insanları anlayamıyorum, eskiden sevdiklerimin çoğundan nefret ediyorum
  • eskiden sevmediklerimi de seviyorum
  • kahve delisi olmama rağmen çay içiyorum, canım istiyor. garip!
  • her yerde gördüğümüz tayt modasına kıl oluyorum.
  • İrlanda'ya gitmek, oraya yerleşmek istiyorum.
  • İstanbul'u özlüyorum.

10 Ekim 2010 Pazar

wishlist

şu an kilo verme aşamasında olduğum için kıyafet filan alamıyorum, oysa nasıl alışveriş yapasım var anlatamam. en sonunda kışlıklar için bir çözüm buldum. ufak bir liste hazırladım. doğrusu listede bir de alakasız istek var ama olsun :)

1. siyah deri çizme ( görseldeki gibi diz üstü olmasın ama)

Bir sonradan gelen edit: Eveeeeet, bu çizmenin de çok benzerini buldum, üstelik o kadar güzel bir indirim yaptılar ki, amma velakin, tombalak bacaklarım üst kısma sığmadı, ben de genişletme istemedim çünkü Kemal Tanca'dan almıştım böyle çok özenerek, aklımda zayıflama fikri olmadığından bir güzel genişlettirmiştim, ertesi sene kışa kadar 30 kilo verince, 3 kalın çorapla giydiğimde bile bacaklarım içinde dönüyordu (yine giydim yıllarca, ayakkabı giyilemez hale gelince atmak zorunda kaldım, ama o kadar güzeldi ki o çizmeler, hala aklımda o model var)
(kaynak: gittigidiyor)

2. krem rengi trençkot (klasik)
Edit: vazgeçtim, zayıflamadan almayacağım. zaten hava böyle giderse 10 güne paltoları çıkarırız.)


3. siyah çanta (görseldeki çanta marc jacobs)
(kaynak: deryalı günler)
sonradan gelen edit: şaka gibi ama oldu. internette görselini bulduğum bu çantanın çok benzerini buldum pierre cardin'de:) Did'e de mail attım, o kadar şeker ki, hemen ilgilendi:) daha karar veremedik ama muhtemelen Mm ve audrey temalı olacak:)
4. Did'in yaptığı audrey ya da küçük prens clutch

5. nokia e72


(kaynak: hatırlamıyorum, sahibinden özür dilerim)

öğrenci evi

Ekşi sözlükte sabahtan beri öğrenci evi geyiği döndüğünden üniversitedeki öğrenci evimi çok yazasım geldi. en baştan başlayarak anlatsam tam süper olacak.
superdorm'un pahalılığından muzdarip bir kaç arkadaş ve arkadaşları olarak tam dört kız ev aramaya başladık, Allahım, hiçkimse elini taşın altına koyup ev aramıyor, (sanırım eve çıkmayı en çok isteyen Duyguyla bendim), Duyguyla ikimiz yollarda sürekli ev arar konumdayız. bir de kriterlerimiz pek uyuşmuyor, dört kişinin her biri bir odası olsun istiyor, ama salon da olsun diyoruz ve ödeyebileceğimiz kira o kadar düşük bir meblağ ki, o parayla değil 4+1, 2+1 bile bulunmuyor. neyse aileler geldi, hep beraber ev ararken farklılıklar iyice ortaya çıkmaya başladı. en sonunda arkadaşlarımdan birinin babası en iyisi iki iki ayrılalım, öyle ev tutalım dedi, biz Duyguyla bir sevindik anlatamam. o gün, babam, Duygu ve ben, Beşiktaş'ta bir ev bulduk, öyle yokuş altı filan da değil ama içinde küflenmeye yüz tutmuş eşyalar var. şu an hayatta olmayan meşhur bir şarkıcı oturuyormuş, borç takıp gitmiş. evin boyanması, tuvaletin banyonun tadilata girmesi lazım. neyse dedik, anlaştık emlakçıyla eve (tolgalara) gittik. Ertesi gün yaşlı bir amca bizi emlakçıda bekliyordu, meğersem bir gün önce biz evi tutarken bu amca da buradaymış, bizi duymuş, kendi evini de görmemizi istedi. allem ettik kallem ettik, kurtulamadık evi görmeye gittik. Allahım ev nasıl güzel (öteki evle karşılaştırılınca tabi), arkası bahçeye bakıyor tek kusuru Beşiktaş'ın en dik yokuşunun en dibinde:) neyse evi tuttuk, amca, hadi ona uncle izzy diyelim, dedi ki eve erkek sinek bile girmeyecek, kira her ay eve getirilecek vs vs. biz tabi o zamanlar onun beşiktaştaki en çatlak ev sahibi oluğunu anlayamadık. bir de oğlu var bunun, nasıl yakışıklı, biz her ay paşa paşa bunların evine gidiyoruz, bunun yarısı atmasyon Atatürk anılarını dinliyoruz, yemek yiyip kaçıyoruz. Gel zaman git zaman bu adam bizi iyice rahatsız etmeye başladı, kuzenim geliyor eve, adam gelip kavga çıkarıyor, eve nasıl erkek girer diye. Eve gelen arkadaşlarımızı arkada Duygu'nun solucan yolu veya ona benzer bir isim taktığı arka yoldan geçiriyoruz vs derken canımıza tak etti. 2 yılın sonunda o evden ayrıldık.
o ev benim için çok önemliydi ama, hayatımın en büyük aşkını o evde otururken yaşadım, hayatım boyunca en zayıf olduğum dönemde o evde oturuyorduk. Duygu'yla mutfak sohbetlerimizi hala o kadar çok özlüyorum ki. Bir gün Özlem bize gelmişti, hava da nasıl soğuk, canımız tatlı istedi diye Bahar pastanesine gitmiştik (taaa yokuşun sonunda, yolun karşı tarafında), dönüşte kar başladı, Allahım, biz üçümüz el ele tutuştuk ama imkanı yok o yokuşu sakatlanmadan inmemiz. oradan inmeye çalışan bir çift yardım etmişti de inebilmiştik. donmuştuk tabi orası ayrı. işte ben o evi çok özlüyorum, uncle izzy'e rağmen.

8 Ekim 2010 Cuma

dondurmalı Türk kahvesi

geçenlerde nette dolanırken moda benim diyebilene'de dondurmalı Türk kahvesine rastladım. tarifini daha sonra video ile vereceğini belirtmiş ama ben dayanamadım, ufak bir denemeyle (tamamen tahmin yoluyla) evde sakızlı kahveyle dondurmalı Türk kahvesi yaptım. pek de lezzetli oldu ayıptır söylemesi. ama orijinal tarif için yine de moda benim diyebilene'yi takip etmek lazım.
işte bu da benim dondurmalı kahvem:
P.s. diyet ne olacak derseniz içinde sadece 1 çay kaşığı dondurma var :)

7 Ekim 2010 Perşembe

kayıp yazı

önceden taslak halinde tuttuğum ve yeni yayınladığım yazı 2-3 sayfa öncesinde çıkıyor. okumak isteyen olursa diye buraya link atıyorum. I'm not superman google, bana bunlarla gelme

how I met your mother



How I met your mother 6. sezon 3 hafta önce başladı, bilen bilir ben bu diziye bayılırım. Hani 24 saat kesintisiz yayınlansa işten güçten atılır bu diziyi izlerim. tamam abarttım ama bu yazıyı gözlerim dolu dolu ve burnumu çeke çeke yazıyorum. (soğuk algınlığından mustaribim)


Aslında tarafsız bir yazı yazabilecek konumda değilim, ben bu dizinin en kötü denilen bölümünü bile severek izliyorum çünkü amacım anneyi bulmak, koltuktan düşecek kadar gülmek filan değil, sadece karakterleri seviyorum. (ki overrrated olan şeyleri severim) marshall'ın şapşallığını, ted'in umutsuz derecede romantik olmasını, Robin'in umursamaz cool tavırlarını, Lilly'nin çok bilmişliğini ve Barney'nin enteresanlığını... çalışma saatlerinin esnekliği ve her daim barda buluşabilmeleri dışında da o kadar uzak gelmiyor bana. şimdi ben dersin ortasında çıksam ne olur düşünemiyorum bile.


söylentilere göre bu sezon son sezonu olacakmış, umarım olmaz. (pek çok kişi dizinin tadı kalmadığını, artık bitirilmesi gerektiğini düşünse de ben her izlediğimde üniversitedeki çatlak arkadaş grubumu hatırlıyorum, bir nevi, Özlem, Ayhan, Duygu, Deniz buluşması oluyor benim için.)


yapımcılara bir sözüm olacak yalnız: bari 30 dakika olsun şu dizi, 20 dakika yetmiyor bize.



not: fotolar cbs'in sitesinden farklı zamanlarda indirildi.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...