25 Aralık 2008 Perşembe
Güle güle minik Tolga..
21 Aralık 2008 Pazar
küçük bir dua
Filmini izlediğim ama kitabını okumaya fırsat bulamadığım "Sineklerin Tanrısı"nı nihayet okuyabildim, derinlemesine karakter analizi yapacak değilim ama karakterlerin içindeki karanlık tarafların ve iyilik oranlarının dağılımı aslında hoşuma gitti. Mercan adası'na yapılan göndermeler ise başarılıydı.
yaklaşan nişan tarihi beni bilumum streslere gark ediyor. hala vermem gereken bir sürü kilom ve bakmamız gereken yüzlerce alyans var, biz iki kararsız nasıl alyans seçeriz o da ayrı konu. tabi babamla konuşmamız gereken ayrıntılar çenemde hoş olmayan bir sivilce olarak açığa çıkmış durumda. derinden bir of çekip kahvemden bir yudum daha alıyorum.
sekocum bana beyaz çikolatalı moccha aromalı kahve likörü almış, her gece bir shot yapıp uyuyorum, az içki tüketmenin faydası bu olsa gerek, hemen uyutuyor.
bitmektükenmekbilmeyen stajımın bitmesine 3.5 hafta kaldı... sakız gibi aslında uzadıkça uzuyor, içimi sıkıntılar basıyor.
böyle işte...
7 Aralık 2008 Pazar
kahve rengi
ben ne yapıyorum, hayatım benim iradem dışında nereye gidiyor?
gelmek için o kadar çok uğraştığım İstanbul'u niye terk ettim ben?
sorular sorular sorular
ve
words words words...
22 Kasım 2008 Cumartesi
ıssızlaşmak
sadece bir kez daha fragmanını izleyip hemen bilgisayarı kapatacağım.
söz
söz
söz ...
20 Kasım 2008 Perşembe
ıssız ada'm, ıssız adam
19 Kasım 2008 Çarşamba
okuma listesi
1) Kitab-ül hiyel - İhsan Oktay Anar (halen okumaktayım)
2) Amat- İhsan Oktay Anar (okudum bitti)
3) Efrasiyab'ın Hikayeleri - İhsan Oktay Anar (beklemede)
4) Oğullar ve Rencide Ruhlar - Alper Canıgüz (beklemede)
5) Truvalı Helen (halen okumaktayım)
6) What I talk about when I talk about running - murakami (bir solukta bitti, okudukça koşasım geldi, kitabı bırakıp koşamadım ama)
7) Destina- Mine G. Kırıkkanat (beklemede)
8) Sex and the city (evet, arada chick-lit takılıyorum, bu arada okudum bitti)
9) Sessiz ev- Orhan Pamuk (beklemede)
bu kadar kitap beklerken demin Sera Hanım'ın blogunda anlattığı İskambil Kağıtlarının Esrarı'na kaydı aklım, alıp okumalıyım diye, Allah akıl fikir versin bana.
bu arada yarın "Issız Adam"ı izleyeceğiz Hande'yle. Mustafa'yı da izledim ama yorum yok, ben Atam'ı her haliyle çok seviyorum.
18 Kasım 2008 Salı
tuesday sucks
eee, neymiş salı sallanırmış. vallahi sallandık :)
11 Kasım 2008 Salı
How I met your mother
The best burger in New York ise bazılarına göre gereksiz ama bence en keyifli bölümlerden biriydi. Marshall süper bir adam. Hamburger sevgisi ve o hamburgeri araması ise Amerikan halkıyla alttan alttan dalga geçmesi süperdi.
6 Kasım 2008 Perşembe
işte yukarıda kısaca özetlediğim çocukluğum bugün sevdiğim veya sevmediğim pek çok huyumun sebebidir. mesela yalnızlığıma acaip düşkün olmam, kitap okumadan uyuyamamam, kavga edememem (evet, ben kavga edemem, kavga anında kitlenirim, ne diyeceğimi bilemem), insanlara kendimi anlatmadan önce onların kendilerini anlatmasını beklemem, bazı konularda bencil olmam falan filan...
böyle bir çocukluk iyi midir, kötü müdür bilemem tek bildiğim ailemin başka şansı olmadığıydı, kendilerince beni korumak istediler ve bir şekilde de başardılar, hiç kaza yapmadım, üstüm başım hiç kirlenmedi ve birkaç kez evden kaçmam dışında hiç kaybolmadım, evden kaçtığımda ise (ki sadece iki kere evden kaçtım) birinde okuma yazma bilmiyordum ama kütüphaneye gidip kitapların resimlerine bakarken uyuyakalmışım, eve geri döndüğümde evde polis vardı. ikincisinde ise anneme çiçek toplamak için parka gitmiştim, döndüğümde annemin ağlamaktan gözleri şişmişti, annesini ağlarken gören çocuk direk ağlamaya başlar ya, ben de onunla birlikte ağladım.
işte böyle...
31 Ekim 2008 Cuma
30 Ekim 2008 Perşembe
soğuk
evet, sabahları çok üşüyorum, demek istediğim buydu.
not: lütfen bu yazıyı alakasız ve dağılmış ve kesinlikle yazılmaması gereken kompozisyonlar kategorisine koyun, mümkünse en az miktarda kınayın...
çok yorgunum, bloga saçmalıyorum.
D.
rast gele
rastgele içmek istiyorum
rastgele mırıldanmak istiyorum
televizyonu açıp rastgele bir kanalı öylesine izlemek istiyorum
bir tatil acentasına gidip elimi kataloğun rastgele bir satırına değdirmek ve rastgele çıkan ülkeye gitmek istiyorum...
istiyorum da istiyorum
rast gele...
pinhani
23 Ekim 2008 Perşembe
365
ne sular akmış köprünün altından. dönüp eski yazılarıma baktığımda hissettiklerimi hatırlıyorum, kızgınlıklarımı, mutluluklarımı, hüznümü, şaşkınlıklarımı, sadece benim anladığım şifreli cümlelerimi, gereksiz kahve muhabbetlerimi (evet, kahveyi pek bir severim)...
yahu 365 gün az değilmiş, çok da değil aslında ama benim hayatım ne kadar çok değişmiş bu arada, iyi ki yazmışım, iyi ki blogum var...
istanbul
2 Ekim 2008 Perşembe
antalya
D.
24 Eylül 2008 Çarşamba
17 Eylül 2008 Çarşamba
yağmur
alışma süreci bu olsa gerek, hadi bakalım, şikayet etmek yok, her şeyi biriktirip evi çöp eve dönüştürmek de...
bu arada usul usul yağmur yağıyor ki bahtsız bedevi olan şahsiyetimi, tam irademi toplayıp yürüyüşe çıkmaya karar verdiğim gün ve o bahtsız yürüyüşün 15. dakikasında yakalamıştır. eve sırılsıklam dönüp bir bardak kahve yaptım, köpeğimi kucağıma aldım ve bir romantik komedi izledim. içimden de "sen spor yapmaya karar verirsen aylardır yağmayan yağmur yazmaz mı?" diyerek güldüm. işte bu aralar böyle. manik, depresif...
not: aslında yağmuru çok severim, niye kızdım ki durup dururken?
24 Ağustos 2008 Pazar
yazamamak
yazıyorum siliyorum, listeler uzuyor.
1 Ağustos 2008 Cuma
kuşkucu somon hanım'ın bilumum somonlu kuşkuları
* yengeç burcu olan herkesin yüzü yuvarlak mıdır?
* öğrenciniz size "ben odunum" derse ne cevap vermek gerekir?
* kpss denen illetin stresi ne zaman bitecektir?
* ilahi adalet var mıdır? varsa nerededir?
* haruki murakami memoir tarzı bir kitap niye yazmıştır?
* Douglas Adams keşke yaşasa ve yeni bir şeyler yazsa derneği kurulsa kaç üyesi olur? (kuş sevenler derneği bile var, bu neden olmasın ki?)
28 Temmuz 2008 Pazartesi
bonbon palas vs
korkunun yaşama hiçbir faydası yok....
aslında tatilimi anlatmak için açmıştım blogu ama başka bahara kaldı.
16 Temmuz 2008 Çarşamba
and so on...
sevgili blogcuk, ben bir yaş daha yaşlandım. doğum günümden aklımda kalanlar ise işe geç kalmam, öğlen ve geceyarısı olmak üzere iki kez pasta kesmemiz ve benim iki kez pastadaki mumları üflemek için çabalamam (ben söndüremeyen gruptanım:), sevdiğim insanların bu bahaneyle sesini duymam, gülincimle cup'ta kahve (doğum günüm olduğu için sınırsız tatlı izni kopardım:), sevdiklerimle gittiğimiz böcük'teki sözde! sürpriz parti (bir hafta boyunca bana sürpriz parti yapmayı unutmayın telkinlerinde bulundum kızlara:), artık aseksüel olduğunu ilan eden arkadaşımın ertesi gün manita yapması ve sevgilimin o gün işi için attığı kocaman adım...
bir adam demişki doğum günleri büyük dönüşümlere sahne olabilir diye, büyük değişim olmasa da her zaman gülümseyerek hatırlayacağım güzel anılar bıraktı bende...
5 Temmuz 2008 Cumartesi
haku aforizmaları
20 Haziran 2008 Cuma
13 Haziran 2008 Cuma
şuursuzluk ve şapşırıklık...
1- Sevgen sınav var, salı 5te, yeri duygu'ya sor, o bilmiyorsa inek duygu'yu arayıp ona sor. o da bilmiyorsa sınav tarihini kontrol et!!! (Sevgen'den kastım Prof. Cevza Sevgen)
2- mini beasts demo lesson plan, bilumum böcek resmi indir...
(burda ders notlarını kesip günlük yazmışım)
Dün çatolarla Garden state'i izledik, muhteşemdi. Çatolarla (Çato o zamanki erkek arkadaşım) takılmanın en güzel yanı bu güzel filmler olmalı. Duygu filmin yarısında uyudu, zaten eternal sunshine'da da uyumuştu, korku filmlerinde gözünü kırpmaz ama bak, uyuyor işte. (kendimce kızmışım duyguya)
(derslere geri dönüş yapmışım)
3- tezin son yazdığın kısımlarını mail at, yeni bölüme BAŞLA!!!! (tembellik belirtileri, evet, mütemadiyen)
gerisi yok....
hangi psikolojiyle yazmışsam 5 yaşındaki bir çocuk mantığında cümleler kurmuşum ve utanmaz utanmaz bu şuursuzluğumu yazıyorum. (shame on me!)
j*u*n*o*
son zamanlarda izlediğim en değişik filmlerden biri Juno, ne tam hollywoodvari bir havası var, ne de tam bağımsız bir film diyebilirim. en çok hissedilen şey, hem yönetmenin, hem senaristin hem de oyuncuların son derece içten olması. anahtar sözcük bu: "içten".
genç kız sevgilisiyle bir gece beraber olur ve hamile kalır. çocuğu aldırsam mı yoksa evlatlık olarak mı versem düşünceleri arasındayken karşılaştığı bir ilanla çocuğunu evlatlık vermeye karar verir. hem zaten evlat edinmek isteyen çift (bkz: yandaki foto) mükemmel bir anne baba modelidir (peki o nedir?), Juno da bu bebeği büyütecek kadar olgun diildir vesaire vesaire diye gider konusu.
filmin aslında tam olarak işlemek istediği konu sevgi, parçalanmış aileler ya da genç yaşta hamile kalmanın zorlukları değil, sadece bir olayı toplum tarafından biraz sıradışı ya da çatlak olarak nitelendirilebilecek birinin gözlerinden hiç yorum katmadan anlatmaya çalışmış ki bence filme içtenliğini katan da bu bilinçli veya bilinçsiz tarafsızlık.
filmin müzikleri ise soundtrack'i alınıp günlerce durmaksızın dinlenilecek kadar güzel, müzik bilgim çok zayıf olduğu için şarkıları, tarzı filan söylemem çok zor ama mutlaka dinlemek gerek...
7 Haziran 2008 Cumartesi
çanta yahut çöplük
- 1 adet boş pet şişe
- 5 tane tükenmez kalem, üçü tükenmiş, 2 tane kurşun kalem, 1 silgi ama ucunu köpeğim ısırdığı için üzerinde diş izleri olan bir silgi
- güneş gözlüğü
- selpak mendil
- cep telefonu
- üzerinde betty boop resmi olan bir cüzdan
- kahverengi bir hırka (evet, 7 haziranda ama buna şaşıran olursa bir sonraki maddeyi es geçsin lütfen)
- bir çift eldiven
- bir adet not defteri, mavi, bazı kısımları günlük niyetine kullanılmış
- i-pod
- sigara, çakmak (Gülin kızsın diye)
- bilumum tel toka ve saç bandı varyasyonları
- bitmiş bir kapatıcı
- siyah rimel
- nivea vişneli lipstick
- bir adet yoklama kağıdı (register) şahsen bugün register bitmiş, bulamıyorum diye yaygara koparacağıma çantama baksam en azından zamandan tasarruf etmiş olurdum...
- yara bandı
- el kremi
- ayna
- 2 adet jacobs ikisi bir arada kahve ve bir paket tatlandırıcı
- deodorant
- güneş kremi
- the holiday filminin dvd'si
- (bence eldivenden bile bomba) bir adet küçük buda heykeli... (masadan çantama düşmüş olmalı)
- bir adet program geliştirme testi
evet efendim, ludmilla ve sera'yı sobeliyorum.
muhtemelen daha önce bu sobenin bir benzeri yapılmıştır ama kimse beni sobelemediği için içimde kaldı, sobeliyorum...
6 Haziran 2008 Cuma
the other boleyn girl
yarın kızlarla the other boleyn girl'ü izleyeceğiz. bitkisel hayatımı sürdürürken bir bestseller olan kitabını da okumuş bulunmaktayım. itiraf etmek gerekirse edebi değeri olmasa da 6 karısı olan 8. Henry'nin 2. karısının tahta çıkışını pek merak ediyorum çünkü o tahta çıkışın bedeli bir ülkenin mezhep değiştirmesiydi, kitap bile buna çok değinmemişken filmin buna değinmesini beklemiyorum tabi ama ben tarihi filmleri severim. sadece o atmosferi solumak bile bazen güzeldir...
edit: film egs'de bitmiş, ya başka sinemaya ya da başka bahara :(
bilmece
**** **** ****** *******
geçtiğimiz pazartesi günü ders çalışmak için arkadaşlarımla cafe'si olan bir kitapçıya gittik, çalışırken kalemim bitti, aşağıya kalem almaya indim. kasada uzun boylu bir adam beş altı tane kitap almış, kasadan geçmesini bekliyor, en üsttede de ulysses, james joyce. sıramı beklerken bir yandan da edebi zevki bu kadar gelişmiş bu adamı inceden inceden inceliyorum (yerin dibine batasıca egom sayesinde) birdenbire dayanamayıp çok güzel bir kitaptır diyorum. sonra joyce üzerine kısa bir sohbet gerçekleşiyor. kibar adam bu güzel edebi sohbet! için bana teşekkür ediyor ve gidiyor.
o gidince kasadaki kadın onun kim olduğunu biliyor musun diye soruyor, hayır tanıyamadım diye yanıtlıyorum (içimden acaba kültür bakanıyla mı konuştum vb korkunç düşünceler geçiyor)
kim olduğunu öğrenince şaşkınlıktan az kalsın dudağım uçuklayacaktı, o kadar şaşırdım.
***** ******* ******* ********
şimdi soru:
kim bu adam?
birkaç ipucu...
-yazar, hem okur hem yazar
-üniversitede öğretmenlik yapar
-izmir'de yaşar
28 Mayıs 2008 Çarşamba
topuklu ayakkabı belası
topuklu ayakkabı pek bir güzel, pek bir zarif durur durmasına da giymesi ne büyük işkence...
dört yıldır düzenli aralıklarla topuklu ayakkabı denemelerim oldu, hepsinin sonucu aynı, ağrıyan ayaklar, şaşkına dönmüş ayak parmakları ve ne idüğü belirsiz ortaya çıkmaya çalışan bir kemikcik...
işte bu yüzden:
YAŞASIN BABETLER!!!
not: topuklu ayakkabı jimmy choo, babetler ise bir siteden alıntı.
26 Mayıs 2008 Pazartesi
kral salomon ve bulaşıcı bunalımı
hiç bitmesin diye mümkün olan en yavaş şekilde okuduğum bir kitap var elimde, Emile Ajar'ın (yani Romain Gary'nin) Kral Salomon'un Bunalımı. Bunca yıl nedense elim hiç Romain Gary kitaplarına gitmemişti, ne kadar çok şey kaçırdığımı şimdi anlıyorum; şiir gibi, anlatımı o kadar akıcı ve karakterleri o kadar şaşırtıcı ki... hele Kral Salomon'un yıllarca önce gönderilen kartpostaldaki buluşma yerine gidip sıradan, belki de onları hatırlayacak hiçbir yakını bulunmayan genç çiftin buluşmasını andığı o bölüm çok etkileyiciydi.
öyle işte, sınava az kaldı, otumsu hayatıma devam...
11 Nisan 2008 Cuma
yorumsuz hiçlik
bunu bloga koymanın verdiği haz: paha biçilemez
2 Nisan 2008 Çarşamba
19 Mart 2008 Çarşamba
ironi
önce insana değer vermek lazım şu "developing country" mertebesinden "developed country" mertebesine ulaşmak için.
bu arada, bu sigorta işini sıkı takip etmediğim için ben suçluyum ama öyle söz oyunları geçiyor ki bu özel sektörde, insan ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor. kanunun bir açık noktasını yakalayan patronu şikayet de edemiyorsun, çünkü yaptığı kanuna aykırı değil.
ooooooof, ooooooooof.......
24 Şubat 2008 Pazar
noktaları uçuşmaya meyilli yazı
yalnız bir opera
Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
Oysa bilmediğin birşey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
İmrendiğin, öfkelendiğin
Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
Yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
Dile dökülmeyenin tenhalığında
Kaçırılan bakışlarda
Gündeliğin başıboş ayrıntılarında
Zaman zaman geri tepip duruyordu.
Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.
Başlangıçta doğruydu belki.
Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
Günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren,
Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin.
Yaz başıydı gittiğinde, ardından,
Senin için üç lirik parca yazmaya karar vermistim.
Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.
Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
Yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
Kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
Çerçevesine sığmayan
Munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
Lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu.
Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti Mayıs.
Seni bir şiire düşündükçe
Kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
Ucucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.
Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük
Usulca düşüyordu bir kağıt aklığına,
Belkide ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha.
Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi?
'Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen' notunu buldum kapımda.
Altına saat: 16.00 diye yazmıştın, ve 16.04'tü onu bulduğumda.
Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran zamanı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını.
Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı.
Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay,
Alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik kalmıstı.
Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza.
Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi
bakışıyorduk.
Sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.
Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.
Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza.
Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
Bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim şu kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz.
Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada
Bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilmeyen çocuklar gibi
Ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz.
Kış başlıyor sevgilim
Hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
Bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
Oysa yapacak ne çok şey vardı
Ve ne kadar az zaman
Kış başlıyor sevgilim
İyi bak kendine
Gözlerindeki usul şefkati
Teslim etme kimseye, hiçbir şeye
Upuzun bir kış başlıyor sevgilim
Ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.
Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak,
Yazıya oturup sonu gelmeyen cümleler kurmak,
Camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak....
Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
Çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
İçimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun
Para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
Çıplak bir yara gibi sızlar paylastığımız anlar,
Eşyalar gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
Korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
Çağrışımlarla ödeşemezsiniz.
Dışarda hayat düşmandır size
İçeride odalara sığamazken siz, kendiniz
Bir ayrılığın ilk günleridir daha
Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkta
Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
Kulak verdiğiniz saat tiktakları
Kaplar tekin olmayan göğümüzü
Geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
Suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
Bakınıp dururken duvarlara
Boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çicek,
Unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani,
Unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında
Kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
Kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi
Yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutkunluk haline, bir trafik kazasına,
Başımıza gelmiş bir felakete, iskenceye çekilmeye, ameliyata alınmaya
Kendimizi hazırlar gibi.
Yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
Ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
Ve kazanmış görünürken derinliğimizi
Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
Bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
O tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
Hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar
Göremeseniz de, bilirsiniz
Hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar.
Bana zamandan söz ediyorlar
Gelip size zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
Hepsini bilirsiniz zaten, bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
Dahası onalar da bilirler.
Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler, öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki
hançeri çıkartmak, Yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak
kolay değildir elbet.
Kolay değildir bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.
Zaman alır.
Zaman alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, açılar dibe
çöker.
Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.
Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir.
Gün gelir bir gün
Başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
O eski ağrı
Ansızın geri teper.
Dilerim geri teper.
Yoksa gerçekten bitmissinizdir.
Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır anlamları, önemi
kavranır.
Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini kazanır.
Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.
Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır
Ölmuş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Günlerin dökümünü yap
Benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
Kim bilebilir ikimizden başka?
Sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
Bir ilişkiyi, duyguların birliğini,
Bir aşkı beraberlik haline getiren kendiliğindenliği
Yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi bir düşün
Emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
Şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor
Orada olmuş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir işe yaramadıysa
Demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda.
Bu şiire başladığımda nerde,
Şimdi nerdeyim?
Solgun yollardan geçtim.
Bakışımlı mevsimlerden
İkindi yağmurlarını bekleyen
Yaz sonu hüzünlerinden
Gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
Geçti her cağın bitki örtüsünden
Oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
Bakarken dünyaya
Yangınlarla bayındır kentler gibiyim:
Çicek adlarını ezberlemekten geldim
Eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
Unuttuklarını hatırlamaktan
Uzun uzak yolları tarif etmekten
Haydutluktan ve melankoliden
Giderken ya da dönerken atlanan esiklerden
Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
Bütünlemeli çocukluklarıyla geçti
Gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
Gökummaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.
Bu şiire başladığımda nerde,
Şimdi nerdeyim?
Yaram vardı, bir de sözcükler
Sonra vaat edilmiş topraklar gibi
Sayfalar ve günler
Işık istiyordu yalnızlığım
Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
İlerledikçe...Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü daha şiir bitmeden.
Karardı dizeler.
Aşk...Bitti. Soldu şiir.
Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden
Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
Ask yalnız bir operadır, biliyordum:
Operada bir gece uyudum, hiç uyanmadım.
Barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
Her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
El kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
Birlikte çıkalan yolların yazgısıdır:
Eksiliyorduk
Mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
Her otelde biraz eksilip, biraz artarak
Yani çoğalarak
Tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin
Birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
Ağır ve acı tanıklıklardan
Geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
Maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
Linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
Korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
Ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
Uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
Atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
Ödünç almadım hiç kimseden hicbir şeyi
Çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için panayır yerleri...
panayır yerleri...
Ölü kelebekler...
Ölü kelebekler...
Sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
Adım onların adının yanına yazılmasın diye
Acı çekecek yerlerimi yok etmeden
Acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?
İpek yollarında kuzey yıldızı
Aşkın kuzey yıldızı
Sanırsın durduğun yerde
Ya da yol üstündedir
Oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
Ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
Ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı.
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta başka türlü geçilen
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta biraz gecikilen
Gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
Gözlerim
Aşkın kuzey yıldızıdır bu
Yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
İlerlerim
Zamanla anlarsın bu bir yanılsama
Ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
Yeniden yollara düşerler
Düşerim
Bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
Ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
Yaşamsa yerli yerinde
Yerli yerinde her şey
Şimdi her şey doludizgin ve çoğul
Şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
Şimdi her şey yeniden
Yüreğim, o eski aşk kalesi
Yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden
Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey Sanat! Her şeyi hayata dönüştüren.
17 Şubat 2008 Pazar
biraz yorgun ama mutlu
I wish.....
27 Ocak 2008 Pazar
bookshelf
Mr Murakami has always been a speacial author to me with his incredible imagination and depictions on the alienation of society related to cultural transmission. What makes him so striking still stays a mystery though, whether his final resolutions or his simple but conceptual style of writing.
I can not deny the fact that whatever he writes, he spellbinds his readers unintentionally.
23 Ocak 2008 Çarşamba
kahve bağımlılığı
tanıdığım insanların yüzde doksanı beni kahveyle bağdaştırıyormuş, neden acaba?*
günde 10 bardak kahve içen ve boş bile olsa elinde bardakla dolaşan birini görürseniz bilin ki o benim...
ama bana sorsalardı ben kendimi başka şekilde tanımlardım.
kedi seven, evinde bambu bitkisi besleyen, sinirlendiğinde yanına yaklaşılmayan amma velakin sinirleri normal dozdayken gayet sevimli olabilen, çok kitap okuyan, çok kahve tüketen, fırsat buldukça film izleyen, alışveriş yaparken kendini kaybeden, kendine gelince de paketlere bakakalan (mesela bir keresinde gözüm nasıl dönmüşse acaip bir limon sıkacağını almışım, eve gelince ne kadar acaip olduğunu fark etmiştim), dağınık ama düzenli bu sebepten pek bir tutarsız, humanist ve sorumluluk sahibi bir insan olarak tanımlardım.
insanın kendini tanımlaması çok zor, üç beş cümleye sığamıyorsun, ya kendimizi gözümüzde fazla büyüttüğümüzden ya da tanımlanması zor bir içgüdüyle kendimizi büyütmek istememizden.
birazdan "how I met your mother" başlayacak, 20 dakikalık dinlenme süresi...
20 Ocak 2008 Pazar
daha ev aramaya başlamadık efendim, çilemiz uzun süre devam edecek gibi görünüyor.
işte freudvari arkadaşımla konuşurken bana özel sektörle ilgili çok şeyler öğreten o kurumu tekrar hatırladım, özel sektörü neden sevmediğimi de. bu yazı da eski işyerime ithaf olsun mu, olsuuun.
D.
14 Ocak 2008 Pazartesi
öylesine...
bir özlediklerim listesi hazırladım.
- canım annemi çok özledim, dün gece aylar sonra ilk kez rüyamda gördüm onu, soracaktım, anneannem yanında mı diye, aklıma gelmedi.
- anneannemi çok özledim, telefonda canlı canlı konuşması hala kulaklarımda.
- arkadaşlarımın bir telefon yakınlığında olmasını ve mutfak geyiklerini, beşiktaşta yapılan kriz anı komplolarımızı özledim. (çoğunlukla duygu'nun aşk hayatı üzerine)
- son bir aydır süren ve dün biten "nefes alamamacasına" çalışma yoğunluğumu özledim. (el insaf bana di mi)
9 Ocak 2008 Çarşamba
-işimi değiştirdim, yeni işimi ise değiştirmek için çok çabaladım ama beceremedim.şimdi değiştirmek istemiyorum ama.
-elliye yakın film izledim, yüzden fazla kitap okudum, lost'un üç sezonunu bir hafta içinde yuttum.
-dengesizliklerim oldu, ya çok çalıştım, ya da inanılmaz boş oturdum.
-2007de de tatil yapamadım.
-antalya-izmir arası mekik dokudum, yakın arkadaşlarımın düğününe gittim.
-izmir'e çok alıştım, izmir ruhunun ne olduğunu anlamaya başladım.
-kilo aldım, kilo verdim, yoyo sendromunu üzerimde gözlemlemek isteyen diyetisyenler için harika bir denek olabilirdim. malesef onlar bu şansı kaçırdılar.
-blogumu açtım, her gün mutlaka azer'i okudum.
-25 yaşına girdim, o kadar sevdim ki bu yaşı yıllarca aynı yaşta kalmayı planladım.
-bol bol fotoğraf çektim.
-inanılmaz güzel ayakkabılar aldım.
-öğrencilerimle kar duası ettik, belki kar yağmadı ama biz çok eğlendik.
-noel baba'nın varlığına inanmaya başladım.
-evime gelen bir iguanayla arkadaş oldum.
falan filan...
listem kayda değer gibi görünmüyor biliyorum ama diğer olayları; ölümleri, kayıpları, terörü ve umarsızca elimizden alınanları yazmadım. yazmak istemiyorum.