25 Aralık 2008 Perşembe

çok berbat hissediyorum, bugün öğrencimin cenazesine gittik, malesef o kazadan sağ çıkamadı minik meleğim ama defnettiğimiz gün yapılan beş ameliyatla beş çocuğa yaşama umudu oldu. Okulda garip bir hüzün vardı, gerçekten garipti, en yaramaz haylaz çocuklar bile durgundu ve belki de ilk kez okuldan internet kafeye gitmek için değil, arkadaşlarını son yolculuğuna uğurlamak için kaçtılar. Camiye gittiğimizde tabutunu gördük, etrafında sınıf arkadaşları, küçücük tabutun çevresinde durmuşlar, inanamaz bir şekilde bakıyorlar. tabutun üstüne önlüğünü koymuşlar ki o önlüğünü çok seviyordu, bu sene yeni almışlar annesiyle, senenin başında hevesle anlatıyordu, çok da yakışıyordu ona bu önlük. artık o önlüğü giyecek tolga'nın olmaması ne kötü, hala inanamıyorum.
Güle güle minik Tolga..

21 Aralık 2008 Pazar

küçük bir dua

beni her gördüğünde öğretmenim siz benim anneme benziyorsunuz diyen yumurcağa dün bir araba çarpmış geçmiş, çocuk beyin kanaması geçirmiş ve şu an yoğun bakımda, ve sadece 10 yaşında. Allahım nolur ona bir şey olmasın, o daha çok küçük :(
feci hasta oldum, burnum kıpkırmızı, elimde peçeteler, bir aksırıyorum bir tıksırıyorum. sesim süper ama, ben bu torovesto sesi çok seviyorum nedense:)

Filmini izlediğim ama kitabını okumaya fırsat bulamadığım "Sineklerin Tanrısı"nı nihayet okuyabildim, derinlemesine karakter analizi yapacak değilim ama karakterlerin içindeki karanlık tarafların ve iyilik oranlarının dağılımı aslında hoşuma gitti. Mercan adası'na yapılan göndermeler ise başarılıydı.

yaklaşan nişan tarihi beni bilumum streslere gark ediyor. hala vermem gereken bir sürü kilom ve bakmamız gereken yüzlerce alyans var, biz iki kararsız nasıl alyans seçeriz o da ayrı konu. tabi babamla konuşmamız gereken ayrıntılar çenemde hoş olmayan bir sivilce olarak açığa çıkmış durumda. derinden bir of çekip kahvemden bir yudum daha alıyorum.

sekocum bana beyaz çikolatalı moccha aromalı kahve likörü almış, her gece bir shot yapıp uyuyorum, az içki tüketmenin faydası bu olsa gerek, hemen uyutuyor.

bitmektükenmekbilmeyen stajımın bitmesine 3.5 hafta kaldı... sakız gibi aslında uzadıkça uzuyor, içimi sıkıntılar basıyor.

böyle işte...

7 Aralık 2008 Pazar


lütfen yağmur yağsın...

kahve rengi

geçenlerde içtiğim bir kahve yüzünden midem hala isyanlarda. Sadece Türk kahvesi içmeye başladım, ama aklım hala günbegün fiyatı artmakta olan kahve makinasında. Aslında şunu fark ettim. ben hayatımda kimseyi istemiyorum, sevgilim gitsin ben biraz yalnız kalayım, evim hiç dağılmasın, iş olmasın ve hep yağmur yağsın istiyorum. çok güzel bir fotoğraf makinası alıp durmadan fotoğraf çekmek istiyorum, en çok da İstanbul fotoğrafları çekmek...
ben ne yapıyorum, hayatım benim iradem dışında nereye gidiyor?
gelmek için o kadar çok uğraştığım İstanbul'u niye terk ettim ben?
sorular sorular sorular
ve
words words words...

22 Kasım 2008 Cumartesi

ıssızlaşmak

proje ödev konularını hazırlamam, performans ödevlerini okumam ve sınav notlarını internete girmem gerek. bunların hiçbirini yapmasam bile gidip sevgilimle iki çift laflamam gerek. peki ben ne yapıyorum? Issız Adam'ı düşünüyorum, hala etkisinden kurtulamadım, resmen yemeden içmeden kesildim, izlediğimden beri iki kilo verdim. demin afişine bakarken bile gözlerim dolu dolu oldu, hemen kapattım resmi.
sadece bir kez daha fragmanını izleyip hemen bilgisayarı kapatacağım.
söz
söz
söz ...

20 Kasım 2008 Perşembe

ıssız ada'm, ıssız adam


Hande'yle akşamüstü buluşup Issız adam'a gittik. çıktığımızda ikimizde bir gariptik, çarpılmış gibi, büyülenmiş gibi, paramparça edilmiş gibi...
Film hakkında söyleyecek tek söz bulamıyorum, taksi dolmuştan yolun yarısında inip sahilde düşüne düşüne yürüdüm. o an şarap içmek istedim, sahilde soğukta oturup gökyüzüne bakarak şarap içmek istedim sadece. bir an her şey o kadar boş geldi işte...
istifamı verip taksim'e gitmeyi ve bütün sokakları dolaşmak istedim, gözlerim kapalı.
benim jenerasyonumun yakaladığı aşk ve ayrılık kavramına en çok yakıştırdığım filmler arasına girdi. (diğer ikisi ise "eternal sunshine of the spotless mind" ve "closer")
Çağan Irmak, napıyorsun sen bize ya?

19 Kasım 2008 Çarşamba

okuma listesi


bana iki ay yetecek kadar çok kitap almışım şu son 15 günde, efendim bir kitap fuarı vardı Karşıyaka'da ve feci indirimler vardı, kredi kartımı bu işe ayırmaya karar verdim. Ayrıca yaklaşık 6 aydır bekleyen bir Pandora listem vardı, dayanamadım, onun da siparişini verdim. öncelikle ihsan oktay anar'ın bende olmayan bütün kitaplarını aldım, hatta yanlışlıkla hiç tanınmamış bir yazarın oğullar ve rencide ruhlar diye bir kitabını bile almışım. işte listem:
1) Kitab-ül hiyel - İhsan Oktay Anar (halen okumaktayım)
2) Amat- İhsan Oktay Anar (okudum bitti)
3) Efrasiyab'ın Hikayeleri - İhsan Oktay Anar (beklemede)
4) Oğullar ve Rencide Ruhlar - Alper Canıgüz (beklemede)
5) Truvalı Helen (halen okumaktayım)
6) What I talk about when I talk about running - murakami (bir solukta bitti, okudukça koşasım geldi, kitabı bırakıp koşamadım ama)
7) Destina- Mine G. Kırıkkanat (beklemede)
8) Sex and the city (evet, arada chick-lit takılıyorum, bu arada okudum bitti)
9) Sessiz ev- Orhan Pamuk (beklemede)

bu kadar kitap beklerken demin Sera Hanım'ın blogunda anlattığı İskambil Kağıtlarının Esrarı'na kaydı aklım, alıp okumalıyım diye, Allah akıl fikir versin bana.



bu arada yarın "Issız Adam"ı izleyeceğiz Hande'yle. Mustafa'yı da izledim ama yorum yok, ben Atam'ı her haliyle çok seviyorum.



18 Kasım 2008 Salı

tuesday sucks

bugün sabah kalkamadım, uyandım ama yataktan kalkamadım. yok, öyle karabasanlar filan basmadı ama uyandım ve salak salak tavanı seyrettim. yataktan çıkabilmeyi başardığımda saat altıyı on geçiyordu ve ben çok çirkindim. hazırlanmam normalden de uzun sürdü ve hala korkunçtum. durağa vardığımda men-e-men otobüsü önümden geçti gitti... dün gece yağmur yağdığı için okula ulaşmak uzun sürdü, İzmir trafiği yağmur yağınca İstanbul'a dönüyor. günün ilk çeyreği pek başarılı geçmedi, derse de beş dakika geç kaldım. öğrenci geç kalırsa bişi olmuyor ama öğretmen geç kalınca pek hoş olmuyor. bu moralle deli gibi kahve içmek istedim ama hem okulda kahve yok hem de ben bahçe nöbetçisiydim. bütün gün resmen dondum, kemiklerim bile üşüdü. çıkar çıkmaz otobüsle koştum, evde bugün temizlik vardı nitekim. Eve gül ablayla aynı anda geldik, dolayısıyla concon oğlumu götürmek için ekstra vaktim olmadı, gül abla aman bu köpek bana yakleşmesiiin diye bağırır, coni kucağımda ağlar, bir hışım evden çıktım, conconu dükkana bıraktım. Gül abla bütün camları silince bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. yağmurla birlikte ben de gülmeye başladım, eh artık bu da fazlaydı.
eee, neymiş salı sallanırmış. vallahi sallandık :)

11 Kasım 2008 Salı

How I met your mother

tam bir Himym hayranı olarak 4. sezonu esefle kınayarak izlemekteyim. 7. bölümü henüz indirmeyi başaramasam da ilk 6 bölüm için söylenecek çok sözüm var.

Dizi 3. sezona Ted'in stellaya evlenme teklif etmesiyle veda etmişti, Stella anne değildi, zaten diziyi takip edenler bilir ama Ted'in illa da evlenicem kardeşim, yuva kurucam, çocuklarımın anasını bulucam tavrı Ted'i Star Wars sevmeyen bir kadınla evliliğe götürebilir mi diye düşündürtmedi diil. Star wars konusunda Marshall'ın verdiği savaş ise izlenmeye değerdi, bir star wars hayranı olarak gözlerim doldu:) (Star wars olan bölüm S4E1- Do I know you?)



Ted ve Stella evlenirse Ted'in New Jersey'e taşınma sorunsalı da bir koca bölüm boyunca işlendi.




nitekim 5. bölümde Shelter Island'daki düğün sahnesine geldik, ama o düğün Ted'in hayalindeki düğünün yanından bile geçemezdi. (hatırlayanlar varsa 1. sezonda Ted hayalindeki düğünü Lübnanlı bir kıza anlatmıştı, ilk bölüm bile olabilir) içki niyetine sebze suyunun shot yapıldığı düğün bizim eküriyi mutluluktan uçuramazdı zaten. biraz spoiler olacak ama eski aşkların da düğüne davet edilmesi iplerin kopmasına sebep oldu ve düğün iptal edildi. ( Daha doğrusu Stella eski kocasına kaçtı)


Stella'nın diziden ayrılması pek hoş oldu, zaten kendisini pek sevememiştik.


Dip not: Scrubs'ta da düğün iptal etmişti bu Stella cadısı, yani seyircinin gözünde zaten mimliydi.






Beni esas şaşırtan Robin'in Ted'e alttan alta gönderdiği seni hala unutamadım mesajıydı. Ted'in nasıl yani, beni yedekte mi tutuyorsun tavrı ve Robin'i düğünden yollaması ise ilginçti. Ted ilk kez Robin'e bu kadar haşin davrandı, dizinin kırılma noktalarından biriydi bu sahne.




Ayrıca Ted düğün iptal olduğu için hiç sevmediği New Jersey'e taşınmak zorunda kalmadı. Bu bölüm bana deliler gibi İstanbul'u hatırlattı, o yüzden bir başka izledim. yorumlarım fazla öznel olacağı için kendime saklıyorum.

The best burger in New York ise bazılarına göre gereksiz ama bence en keyifli bölümlerden biriydi. Marshall süper bir adam. Hamburger sevgisi ve o hamburgeri araması ise Amerikan halkıyla alttan alttan dalga geçmesi süperdi.
Bu arada Allyson Hannigan hamile olduğunu açıkladı, muhtemelen çok yakında Lilly de hamile kalır.
4. sezon eski sezonları aratsa da yine de keyifli noktaları yok diil. bu sezon verilen en güzel tavsiye ise şuydu.
"Never invite exes to your wedding"

6 Kasım 2008 Perşembe

ben çocukken pek yalnız bir çocuktum, sebeplerine gelince birincisi tek çocuğum, dolayısıyla evde iki yetişkinle evcilik oynamak, kavga etmek, beraber hayali yaratıklardan korkmak filan çok eğlenceli ve olası değildi. ikincisi ise birinci sebebin dolaylı sonucudur sevgili blog, tek çocuk olduğundan aile hiper pimpirikli ve korumacı bir tavır takınır, dışarı çıkarsan eğer çingeneler seni kaçırır (sanki onların başlarından savmak istedikleri yüzlerce çocuğu yokmuş gibi), yoldan geçen araba illa ki sana çarpar, allah korusun sokak çocuklarından küfür filan öğrenirsin (tü tü tü, hemen tahtaya vur). işte bunun gibi yüzlerce saçma açıklamayla ben orta bire kadar hiç dışarıda oynamaya gidemedim, evde hep izole bir şekilde tv izledim, bebeklerimle oynadım, en çok da kitap okudum. dışarıya çıkmama izin verildiğinde ise mahallede varlığı hep bilinen ama onların arasına karışmak istemeyen doktorun prenses kızı olarak görüldüğümden aralarına girmek için çok çaba harcadım, onlara kendimi tanıtmak için uğraştım durdum, istemediler önce, herkes birbirini hiç uğraş vermeden tanıyordu ve yeni birini tanımak için uğraşmak istemiyorlardı, bu kadar basitti. beni aralarına kabul ettiklerinde ise artık oyun çağımız geçmişti (yani yine kovalamaca, saklambaç vb oyunlarla pek tanışamadım), daha çok sohbet ediyorduk. aslında buna sohbet denemez çünkü çocukluğumdan gelen bir alışkanlıkla ben alıcıyımdır, çok iyi bir dinleyiciyimdir, daha çok ben dinledim, onlar anlattı. (evet, o zamanlar bu kadar geveze diildim) yorum yapmaya gelince sıranın bana geldiğini anlıyordum, kitaplarda okuduğum onlarca afilli cümleyi süsleyip kendi cümlelerim gibi onlara sunuyordum. (tabi ki anlamıyorlardı, eh ben okurken onlar saklambaç oynuyordu çünkü:) nelerden bahsediyorduk o zaman, çok hatırlayamıyorum ama genelde mahallenin yakışıklı gençlerindendir diye düşünüyorum, zaten o zamanki arkadaşlarımın hepsi erkenden evlendi.
işte yukarıda kısaca özetlediğim çocukluğum bugün sevdiğim veya sevmediğim pek çok huyumun sebebidir. mesela yalnızlığıma acaip düşkün olmam, kitap okumadan uyuyamamam, kavga edememem (evet, ben kavga edemem, kavga anında kitlenirim, ne diyeceğimi bilemem), insanlara kendimi anlatmadan önce onların kendilerini anlatmasını beklemem, bazı konularda bencil olmam falan filan...
böyle bir çocukluk iyi midir, kötü müdür bilemem tek bildiğim ailemin başka şansı olmadığıydı, kendilerince beni korumak istediler ve bir şekilde de başardılar, hiç kaza yapmadım, üstüm başım hiç kirlenmedi ve birkaç kez evden kaçmam dışında hiç kaybolmadım, evden kaçtığımda ise (ki sadece iki kere evden kaçtım) birinde okuma yazma bilmiyordum ama kütüphaneye gidip kitapların resimlerine bakarken uyuyakalmışım, eve geri döndüğümde evde polis vardı. ikincisinde ise anneme çiçek toplamak için parka gitmiştim, döndüğümde annemin ağlamaktan gözleri şişmişti, annesini ağlarken gören çocuk direk ağlamaya başlar ya, ben de onunla birlikte ağladım.
işte böyle...

31 Ekim 2008 Cuma

boşluk

saat üçü on geçiyor ve bu saate kadar hiçbir şey yapmadan oturdum.
shame on me

30 Ekim 2008 Perşembe

soğuk

bugün sabah uyandığımda ilk kez evin bu kadar soğuduğunu fark ettim, efem şimdi ben işe gidebilmek için sabah en geç 5.45te uyanmış kahve suyunu koyup kettlecağzımın düğmesini arıyor oluyorum, kahve içmeden zaten gözlerim açılmıyor. hazırlanırken kahvemi sigaramı içip pinhani dinliyorum. (neden pinhani dersen bilmem derim, sabah sabah en çok o gidiyor) 6.15te evden çıkıp durağa yürüyorum. o saatte ayakta olan zaten anca benim gibi men-e-men yolcusu öğretmenler oluyor. yol boyunca insanları inceliyorum, uyuyanlar, kitap okuyanlar, karga b.kunu yemeden dedikoduya başlayanlar, çaktırmadan kahvaltı etmeye çalışanlar, yine çaktırmadan telefonla konuşanlar ve otobüsün dışındakiler. erkenden işe koşturmaya çalışan bıkkın, mutsuz suratlar. benimle birlikte okula gelen öğretmenler genelde genç, eğer tam kadro otobüste buluşabilirsek bir de bunların üstüne curcuna yapan bir grup oluyor, neşemize bakan pikniğe gidiyoruz sanır, oysa çok değil, en fazla bir saat sonra en ciddi yüzümüzle derse girip ders anlatmaya başlayacağız. neyse, nerden geldim ben bu konuya, hımmm, hava gerçekten soğudu diyordum di mi?
evet, sabahları çok üşüyorum, demek istediğim buydu.
not: lütfen bu yazıyı alakasız ve dağılmış ve kesinlikle yazılmaması gereken kompozisyonlar kategorisine koyun, mümkünse en az miktarda kınayın...
çok yorgunum, bloga saçmalıyorum.
D.

yanına gelebilseydim bir daha dönmezdim...


rast gele

rastgele yazmak istiyorum
rastgele içmek istiyorum
rastgele mırıldanmak istiyorum
televizyonu açıp rastgele bir kanalı öylesine izlemek istiyorum
bir tatil acentasına gidip elimi kataloğun rastgele bir satırına değdirmek ve rastgele çıkan ülkeye gitmek istiyorum...
istiyorum da istiyorum
rast gele...

pinhani

rastgeldiğimtüminsanlarsenibanaanlatırlargöründüğündendegüzelsinniyedışındagezersinaklımdakörbaşlangıçlarküçüksitemlerettimbazenbazenkelimelerleafdiledimsendenokadarmemnunumkibanagelmelerindendünyanınenmutlukadınıyımbenyanındaykenyaşandığındanfarklıdırtadıbaldandatatlıdır

23 Ekim 2008 Perşembe

365

blogumu açalı bir yıl olmuş (hatta geçmiş bile)...
ne sular akmış köprünün altından. dönüp eski yazılarıma baktığımda hissettiklerimi hatırlıyorum, kızgınlıklarımı, mutluluklarımı, hüznümü, şaşkınlıklarımı, sadece benim anladığım şifreli cümlelerimi, gereksiz kahve muhabbetlerimi (evet, kahveyi pek bir severim)...
yahu 365 gün az değilmiş, çok da değil aslında ama benim hayatım ne kadar çok değişmiş bu arada, iyi ki yazmışım, iyi ki blogum var...

365

istanbul


geçen gün bir arkadaşımla konuşurken "ben istanbul'a gelince beşiktaştaki çay bahçesine gidelim mi?" diye sordum ve aldığım cevap yıkıcıydı. "orası yıkıldı", yetmezmiş gibi karşısındaki eski binayı da yıkmışlar, ya ben çok severdim o binayı, niye yıktılar ki?

2 Ekim 2008 Perşembe

antalya

feeling homesick for a while, it was quite a good opportunity to have a religious fest for 9 days. I've been here for 5 days, seeing my family and old pals(literally) reminds me of good old days. were they this good or is it just an illusion of memories? whatever, being here is just like staying in a warm nest...
D.

24 Eylül 2008 Çarşamba

kış yavaş yavaş geliyor, battaniyeyle yatmayı nasıl özlemişim...

17 Eylül 2008 Çarşamba

yağmur

Cevdet Bey ve Oğulları dışında (ki onu da ortaokulda okumuştum) bünyem Orhan Pamuk okumayı reddetmişti, sebebi basit: popüler olan her şeyden uzak dur! sonra Masumiyet Müzesi'ni aldım elime ve dört günde resmen yuttum. Bu kadar banal, Türk filmlerinden çıkma bir aşk hikayesini bu kadar güzel bir edebi dille anlatıp seviyesini yükselttiği için Orhan Pamuk'u tebrik etmek lazım ama yine de çok benim tarzım değil bu tarz romanlar ya da hala egomun popüler kültüre karşı biriktirdiği önyargılar bunlar, bilemiyorum. Ne yalan söyleyeyim şu an bilmek de istemiyorum çünkü daha Türkçe konuşamayan, işleri güçleri birbirleri üzerinde baskı kurarak grubun liderliğini ele geçirme gibi hayvani içgüdülerle hareket eden yaklaşık 300 ergenle uğraşmak bir buçuk haftada beni mahvetmeye yetti de arttı. şikayet etmeye hakkım yok, biliyorum ama medeniyetin göbeğinde medeniyetsizliğin resmini görünce zorlanıyorum.
alışma süreci bu olsa gerek, hadi bakalım, şikayet etmek yok, her şeyi biriktirip evi çöp eve dönüştürmek de...
bu arada usul usul yağmur yağıyor ki bahtsız bedevi olan şahsiyetimi, tam irademi toplayıp yürüyüşe çıkmaya karar verdiğim gün ve o bahtsız yürüyüşün 15. dakikasında yakalamıştır. eve sırılsıklam dönüp bir bardak kahve yaptım, köpeğimi kucağıma aldım ve bir romantik komedi izledim. içimden de "sen spor yapmaya karar verirsen aylardır yağmayan yağmur yazmaz mı?" diyerek güldüm. işte bu aralar böyle. manik, depresif...
not: aslında yağmuru çok severim, niye kızdım ki durup dururken?

24 Ağustos 2008 Pazar

yazamamak

artık yazamıyorum, aslında yazacak ne çok şey var, öncelikle ludmilla nın sobelediği edebi eleştirim duruyor, aslında yazmaya başladım ama istediğim gibi olmuyor yazım. onun dışında tatilimi yazmak istiyorum, biraz boş kalmanın ne kadar güzel olduğunu yazmak, ya da eski arkadaşlarımla buluştuğumda hem ne kadar aynı hem de ne kadar farklı olduğumuzu anladığımda hissettiklerimi...
yazıyorum siliyorum, listeler uzuyor.

1 Ağustos 2008 Cuma

kuşkucu somon hanım'ın bilumum somonlu kuşkuları

* kullanmayacağı halde bir sürü kıyafet, eşya vs alan kişinin evi ortalama kaç yılda çöp ev olur?
* yengeç burcu olan herkesin yüzü yuvarlak mıdır?
* öğrenciniz size "ben odunum" derse ne cevap vermek gerekir?
* kpss denen illetin stresi ne zaman bitecektir?
* ilahi adalet var mıdır? varsa nerededir?
* haruki murakami memoir tarzı bir kitap niye yazmıştır?
* Douglas Adams keşke yaşasa ve yeni bir şeyler yazsa derneği kurulsa kaç üyesi olur? (kuş sevenler derneği bile var, bu neden olmasın ki?)

aşk

28 Temmuz 2008 Pazartesi

bonbon palas vs

aslında yazacağım yazının bonbon palasla hiç ilgisi yok, sadece banyoma hamamböcüğü girmiş, ki ölesiye korktuğum bir yaratıktır. banyonun kapısını kilitledim, köpeğimi kucağıma aldım, kitlenmiş bir şekilde kapıya bakakaldım.
korkunun yaşama hiçbir faydası yok....



aslında tatilimi anlatmak için açmıştım blogu ama başka bahara kaldı.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

and so on...



sevgili blogcuk, ben bir yaş daha yaşlandım. doğum günümden aklımda kalanlar ise işe geç kalmam, öğlen ve geceyarısı olmak üzere iki kez pasta kesmemiz ve benim iki kez pastadaki mumları üflemek için çabalamam (ben söndüremeyen gruptanım:), sevdiğim insanların bu bahaneyle sesini duymam, gülincimle cup'ta kahve (doğum günüm olduğu için sınırsız tatlı izni kopardım:), sevdiklerimle gittiğimiz böcük'teki sözde! sürpriz parti (bir hafta boyunca bana sürpriz parti yapmayı unutmayın telkinlerinde bulundum kızlara:), artık aseksüel olduğunu ilan eden arkadaşımın ertesi gün manita yapması ve sevgilimin o gün işi için attığı kocaman adım...
bir adam demişki doğum günleri büyük dönüşümlere sahne olabilir diye, büyük değişim olmasa da her zaman gülümseyerek hatırlayacağım güzel anılar bıraktı bende...

5 Temmuz 2008 Cumartesi

haku aforizmaları

ben öğrenciyken, çalışan bir arkadaşım hafta içi akşam çıkmaktansa cuma cumartesi akşamı çıkmayı tercih ediyorum, eğer çıkmazsam haftaya hiç ara vermiyormuş gibi hissedip daha çok yoruluyorum, hafta içi çıkarsam eğer o da daha yorucu oluyor demişti. o bu cümleleri söylerken içimden ona ağza alınmayacak küfürler etmiştim, şimdi hak veriyorum. hafta sonu evde oturmak domateslik, ben mi? domates güzeli...

20 Haziran 2008 Cuma

sınava bir hafta kaldı...
içim sıkıldıkça sıkılıyor, nefes alamıyorum bazen...
geçse gitse, hiçbir şeyden keyif alamıyorum, huysuzlaşıyorum...
iki insanın birbirini anlaması zor...
yıllar geçtikçe daha da zorlaşıyor mu ne?

13 Haziran 2008 Cuma

how I met your mother

































şuursuzluk ve şapşırıklık...

geçenlerde hem günlük hem ajanda niyetini kullandığım defterlerden birini buldum. (daha doğrusu ben bulmadım, köpeğim bulmuş, kemirmeye başlamıştı, elinden zar zor aldım) üniversite son sınıftayken aldığım notlar var, stresli ve koşuşturmacalı bir dönemde beynimin muhtemelen iflas ettiği, konsantrasyonumun yerlerde süründüğü bir anda saçmalamışım. şahsen ben çok güldüm. Noktasına, virgülüne dokunmadan aktarıyorum...

1- Sevgen sınav var, salı 5te, yeri duygu'ya sor, o bilmiyorsa inek duygu'yu arayıp ona sor. o da bilmiyorsa sınav tarihini kontrol et!!! (Sevgen'den kastım Prof. Cevza Sevgen)
2- mini beasts demo lesson plan, bilumum böcek resmi indir...

(burda ders notlarını kesip günlük yazmışım)
Dün çatolarla Garden state'i izledik, muhteşemdi. Çatolarla (Çato o zamanki erkek arkadaşım) takılmanın en güzel yanı bu güzel filmler olmalı. Duygu filmin yarısında uyudu, zaten eternal sunshine'da da uyumuştu, korku filmlerinde gözünü kırpmaz ama bak, uyuyor işte. (kendimce kızmışım duyguya)

(derslere geri dönüş yapmışım)
3- tezin son yazdığın kısımlarını mail at, yeni bölüme BAŞLA!!!! (tembellik belirtileri, evet, mütemadiyen)

gerisi yok....
hangi psikolojiyle yazmışsam 5 yaşındaki bir çocuk mantığında cümleler kurmuşum ve utanmaz utanmaz bu şuursuzluğumu yazıyorum. (shame on me!)

j*u*n*o*


son zamanlarda izlediğim en değişik filmlerden biri Juno, ne tam hollywoodvari bir havası var, ne de tam bağımsız bir film diyebilirim. en çok hissedilen şey, hem yönetmenin, hem senaristin hem de oyuncuların son derece içten olması. anahtar sözcük bu: "içten".

genç kız sevgilisiyle bir gece beraber olur ve hamile kalır. çocuğu aldırsam mı yoksa evlatlık olarak mı versem düşünceleri arasındayken karşılaştığı bir ilanla çocuğunu evlatlık vermeye karar verir. hem zaten evlat edinmek isteyen çift (bkz: yandaki foto) mükemmel bir anne baba modelidir (peki o nedir?), Juno da bu bebeği büyütecek kadar olgun diildir vesaire vesaire diye gider konusu.


filmin aslında tam olarak işlemek istediği konu sevgi, parçalanmış aileler ya da genç yaşta hamile kalmanın zorlukları değil, sadece bir olayı toplum tarafından biraz sıradışı ya da çatlak olarak nitelendirilebilecek birinin gözlerinden hiç yorum katmadan anlatmaya çalışmış ki bence filme içtenliğini katan da bu bilinçli veya bilinçsiz tarafsızlık.

filmin müzikleri ise soundtrack'i alınıp günlerce durmaksızın dinlenilecek kadar güzel, müzik bilgim çok zayıf olduğu için şarkıları, tarzı filan söylemem çok zor ama mutlaka dinlemek gerek...

7 Haziran 2008 Cumartesi

çanta yahut çöplük

çantaları açıp bakma zamanı geldi sanırım. şahsen fermuarı bozulmasa hiç boşaltma gereği duymayacağım çantamın içindekiler:
- 1 adet boş pet şişe
- 5 tane tükenmez kalem, üçü tükenmiş, 2 tane kurşun kalem, 1 silgi ama ucunu köpeğim ısırdığı için üzerinde diş izleri olan bir silgi
- güneş gözlüğü
- selpak mendil
- cep telefonu
- üzerinde betty boop resmi olan bir cüzdan
- kahverengi bir hırka (evet, 7 haziranda ama buna şaşıran olursa bir sonraki maddeyi es geçsin lütfen)
- bir çift eldiven
- bir adet not defteri, mavi, bazı kısımları günlük niyetine kullanılmış
- i-pod
- sigara, çakmak (Gülin kızsın diye)
- bilumum tel toka ve saç bandı varyasyonları
- bitmiş bir kapatıcı
- siyah rimel
- nivea vişneli lipstick
- bir adet yoklama kağıdı (register) şahsen bugün register bitmiş, bulamıyorum diye yaygara koparacağıma çantama baksam en azından zamandan tasarruf etmiş olurdum...
- yara bandı
- el kremi
- ayna
- 2 adet jacobs ikisi bir arada kahve ve bir paket tatlandırıcı
- deodorant
- güneş kremi
- the holiday filminin dvd'si
- (bence eldivenden bile bomba) bir adet küçük buda heykeli... (masadan çantama düşmüş olmalı)
- bir adet program geliştirme testi


evet efendim, ludmilla ve sera'yı sobeliyorum.
muhtemelen daha önce bu sobenin bir benzeri yapılmıştır ama kimse beni sobelemediği için içimde kaldı, sobeliyorum...

6 Haziran 2008 Cuma

the other boleyn girl


yarın kızlarla the other boleyn girl'ü izleyeceğiz. bitkisel hayatımı sürdürürken bir bestseller olan kitabını da okumuş bulunmaktayım. itiraf etmek gerekirse edebi değeri olmasa da 6 karısı olan 8. Henry'nin 2. karısının tahta çıkışını pek merak ediyorum çünkü o tahta çıkışın bedeli bir ülkenin mezhep değiştirmesiydi, kitap bile buna çok değinmemişken filmin buna değinmesini beklemiyorum tabi ama ben tarihi filmleri severim. sadece o atmosferi solumak bile bazen güzeldir...





edit: film egs'de bitmiş, ya başka sinemaya ya da başka bahara :(

bilmece

kitapçıdan çıktım ve bunu mutlaka bloga yazmam gerek dedim çünkü hayat garip tesadüflerle dolu....

**** **** ****** *******

geçtiğimiz pazartesi günü ders çalışmak için arkadaşlarımla cafe'si olan bir kitapçıya gittik, çalışırken kalemim bitti, aşağıya kalem almaya indim. kasada uzun boylu bir adam beş altı tane kitap almış, kasadan geçmesini bekliyor, en üsttede de ulysses, james joyce. sıramı beklerken bir yandan da edebi zevki bu kadar gelişmiş bu adamı inceden inceden inceliyorum (yerin dibine batasıca egom sayesinde) birdenbire dayanamayıp çok güzel bir kitaptır diyorum. sonra joyce üzerine kısa bir sohbet gerçekleşiyor. kibar adam bu güzel edebi sohbet! için bana teşekkür ediyor ve gidiyor.

o gidince kasadaki kadın onun kim olduğunu biliyor musun diye soruyor, hayır tanıyamadım diye yanıtlıyorum (içimden acaba kültür bakanıyla mı konuştum vb korkunç düşünceler geçiyor)
kim olduğunu öğrenince şaşkınlıktan az kalsın dudağım uçuklayacaktı, o kadar şaşırdım.

***** ******* ******* ********

şimdi soru:
kim bu adam?
birkaç ipucu...
-yazar, hem okur hem yazar
-üniversitede öğretmenlik yapar
-izmir'de yaşar

28 Mayıs 2008 Çarşamba

topuklu ayakkabı belası





topuklu ayakkabı pek bir güzel, pek bir zarif durur durmasına da giymesi ne büyük işkence...
dört yıldır düzenli aralıklarla topuklu ayakkabı denemelerim oldu, hepsinin sonucu aynı, ağrıyan ayaklar, şaşkına dönmüş ayak parmakları ve ne idüğü belirsiz ortaya çıkmaya çalışan bir kemikcik...


işte bu yüzden:




YAŞASIN BABETLER!!!



not: topuklu ayakkabı jimmy choo, babetler ise bir siteden alıntı.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

kral salomon ve bulaşıcı bunalımı

bu aralar pek kendimde değilim, tempomu azalttım, bünyem ufak çaplı bir şoka girdi. önceleri uyanamıyordum, şimdiyse uyuyamıyorum, zinhar uyumaz Arroz gibi oldum; onun gibi pek keyifli olmasam da iştah konusunda kendisinden geri kalır yanım yok. (sayın Şafak'a sevgilerimle)

hiç bitmesin diye mümkün olan en yavaş şekilde okuduğum bir kitap var elimde, Emile Ajar'ın (yani Romain Gary'nin) Kral Salomon'un Bunalımı. Bunca yıl nedense elim hiç Romain Gary kitaplarına gitmemişti, ne kadar çok şey kaçırdığımı şimdi anlıyorum; şiir gibi, anlatımı o kadar akıcı ve karakterleri o kadar şaşırtıcı ki... hele Kral Salomon'un yıllarca önce gönderilen kartpostaldaki buluşma yerine gidip sıradan, belki de onları hatırlayacak hiçbir yakını bulunmayan genç çiftin buluşmasını andığı o bölüm çok etkileyiciydi.

öyle işte, sınava az kaldı, otumsu hayatıma devam...

11 Nisan 2008 Cuma

yorumsuz hiçlik

kendini bu kadar çok yormana değiyor mu bari diye soran birine verilecek cevap "hiçlik"tir.
bunu bloga koymanın verdiği haz: paha biçilemez

2 Nisan 2008 Çarşamba

bahar yorgunluğu bastırdı...
saatlerce uyumak, hiçbir şey yapmamak ve mümkünse sayısal lotodan 6 tutturmak istiyorum,
amin.


note: doğum günün kutlu olsun annecim...

19 Mart 2008 Çarşamba

ironi

geçenlerde yapılan mezarda emekliliğe hayır yürüyüşlerini ve iş yavaşlatma eyleminin ironisi başıma vurmuş durumda. gayet can-ı gönülden desteklediğim bu eylem yüzünden gitmem gereken yere bir saat rötarlı gittim cuma günü, vapur keyfi yaparak. 15 dakikalık yolculuğumuz yaklaşık 45 dakika sürdü, 3 bardak şekersiz çay içtim, simitimin yarısını martılara attım, 6 sayfa kitap okudum ve 8 tane matematik sorusu çözdüm, 3 tane de sigara içtim. Konak Meydanı inanılmaz kalabalıktı, kalabalığa destek vererek gitmem gereken yere vardım ve dersime girdim. dersim bittiğinde ayağa kalktım ve birden belime bir sancı vurdu. bel ağrısı çekenler bilir, bırakın yürümeyi nefes almak bile zordur insanın beli ağrıdığında ve nitekim dr da doğruladı belim tutulmuş ve ancak bu olayla sigortamın eksik yattığını ve 120 günü tamamlamak için (sağlık karnesi çıkarma zımbırtısı) tam 2 yıl daha bu deli tempoda çalışmak zorunda olduğumu farkettim, yaygarayı koparsam bile herkese sağlık hizmeti ücretsiz verebilmek için uğraşan bir babanın kızı olarak inanılmaz rakamlar ödedim doktorcuklara. çok kızıyorum özel sektörü bu kadar acımasız ve zalim bir canavara dönüştüren devlet sektörüne, kendi elleriyle kendi ülkesinde bulunan insanların bu kadar zor duruma düşürülmesine kızıyorum. hadi benim cebimde para vardı, ödedim, peki ya asgari ücretle beş kişiyi doyuran kişi ne yapar bu durumda???
önce insana değer vermek lazım şu "developing country" mertebesinden "developed country" mertebesine ulaşmak için.
bu arada, bu sigorta işini sıkı takip etmediğim için ben suçluyum ama öyle söz oyunları geçiyor ki bu özel sektörde, insan ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor. kanunun bir açık noktasını yakalayan patronu şikayet de edemiyorsun, çünkü yaptığı kanuna aykırı değil.
ooooooof, ooooooooof.......

24 Şubat 2008 Pazar

noktaları uçuşmaya meyilli yazı

manik olduğumda yerimde duramıyorum, depresif olduğumda kuyunun dibinden çıkamıyorum, aklıselim hiçbir dr bana manik depresif teşhisi de koymuyor, değilim de. peki niye bütün bu emotonal ups and downs durumu....

yalnız bir opera

Mungan'dan... yaz geçer gider diyenlere...

Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda

Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim

Oysa bilmediğin birşey vardı sevgilim

Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

İmrendiğin, öfkelendiğin

Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim

Yani yaşamışlık sandığın

Geçmişim

Dile dökülmeyenin tenhalığında

Kaçırılan bakışlarda

Gündeliğin başıboş ayrıntılarında

Zaman zaman geri tepip duruyordu.

Ve elbet üzerinde durulmuyordu.

Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,

Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta doğruydu belki.

Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp,

Günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren,

Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.

Ve hala bilmiyordun sevgilim

Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana

Bütün kazananlar gibi

Terk ettin.

Yaz başıydı gittiğinde, ardından,

Senin için üç lirik parca yazmaya karar vermistim.

Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.

Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.

Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu

Yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından

Kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine

Çerçevesine sığmayan

Munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine

Lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu.

Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti Mayıs.

Seni bir şiire düşündükçe

Kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi

Ucucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.

Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük

Usulca düşüyordu bir kağıt aklığına,

Belkide ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.

Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha.

Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi?

'Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen' notunu buldum kapımda.

Altına saat: 16.00 diye yazmıştın, ve 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını

Takvim tutmazlığını

Aramızda bir düşman gibi duran zamanı

Daha o gün anlamalıydım

Benim sana erken

Senin bana geç kaldığını.


Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.

Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı.

Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay,

Alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik kalmıstı.

Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza.

Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi

bakışıyorduk.

Sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.

Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.

Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.

Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza.

Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.

Şimdi biz neyiz biliyor musun?

Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.

Birbirine uzanamayan

Boşlukta iki yalnız yıldız gibi

Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz

Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca

Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız

Ne kalacak bizden?

Bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim şu kırık dökük şiirim

Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında

Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden

Bizden diyorum, ikimizden

Ne kalacak?

Şimdi biz neyiz biliyor musun?

Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz.

Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada

Bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilmeyen çocuklar gibi

Ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek

Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz.

Kış başlıyor sevgilim

Hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor

Bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan

Oysa yapacak ne çok şey vardı

Ve ne kadar az zaman

Kış başlıyor sevgilim

İyi bak kendine

Gözlerindeki usul şefkati

Teslim etme kimseye, hiçbir şeye

Upuzun bir kış başlıyor sevgilim

Ayrılığımızın kışı başlıyor

Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak,

Yazıya oturup sonu gelmeyen cümleler kurmak,

Camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak....

Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır

Çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır

İçimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun

Para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar

Bir aşkı yaşatan ayrıntları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz

Çıplak bir yara gibi sızlar paylastığımız anlar,

Eşyalar gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar

Korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,

Çağrışımlarla ödeşemezsiniz.

Dışarda hayat düşmandır size

İçeride odalara sığamazken siz, kendiniz

Bir ayrılığın ilk günleridir daha

Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkta

Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup

Kulak verdiğiniz saat tiktakları

Kaplar tekin olmayan göğümüzü

Geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç

Suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz

Bakınıp dururken duvarlara

Boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çicek,

Unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani,

Unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında

Kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi

Kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi

Yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutkunluk haline, bir trafik kazasına,

Başımıza gelmiş bir felakete, iskenceye çekilmeye, ameliyata alınmaya

Kendimizi hazırlar gibi.

Yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi

Ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,

Ve kazanmış görünürken derinliğimizi

Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde

Bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar

O tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi

Hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar

Göremeseniz de, bilirsiniz

Hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar.

Bana zamandan söz ediyorlar

Gelip size zamandan söz ederler

Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.

Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.

Hepsini bilirsiniz zaten, bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.

Dahası onalar da bilirler.

Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler, öyle düşünürler.

Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki

hançeri çıkartmak, Yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak

kolay değildir elbet.

Kolay değildir bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.

Zaman alır.

Zaman alır sizden bunların yükünü

O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, açılar dibe

çöker.

Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.

Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.

O boşluk doldu sanırsınız

Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir.

Gün gelir bir gün

Başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide

O eski ağrı

Ansızın geri teper.

Dilerim geri teper.

Yoksa gerçekten bitmissinizdir.

Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır anlamları, önemi

kavranır.

Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini kazanır.

Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.

Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık

Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan

Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır

Ölmuş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla

Günlerin dökümünü yap

Benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini

Kim bilebilir ikimizden başka?

Sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış

Bir ilişkiyi, duyguların birliğini,

Bir aşkı beraberlik haline getiren kendiliğindenliği

Yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi bir düşün

Emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya

Şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor

Orada olmuş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla

Bunlar da bir işe yaramadıysa

Demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda.

Bu şiire başladığımda nerde,

Şimdi nerdeyim?

Solgun yollardan geçtim.

Bakışımlı mevsimlerden

İkindi yağmurlarını bekleyen

Yaz sonu hüzünlerinden

Gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim

Geçti her cağın bitki örtüsünden

Oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından

Bakarken dünyaya

Yangınlarla bayındır kentler gibiyim:

Çicek adlarını ezberlemekten geldim

Eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların

Unuttuklarını hatırlamaktan

Uzun uzak yolları tarif etmekten

Haydutluktan ve melankoliden

Giderken ya da dönerken atlanan esiklerden

Duyarlığın gece mekteplerinden geldim

Bütünlemeli çocukluklarıyla geçti

Gençliğimin rüzgara verdiğim yılları

Gökummaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

Bu şiire başladığımda nerde,

Şimdi nerdeyim?

Yaram vardı, bir de sözcükler

Sonra vaat edilmiş topraklar gibi

Sayfalar ve günler

Işık istiyordu yalnızlığım

Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum

İlerledikçe...Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde

Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü daha şiir bitmeden.

Karardı dizeler.

Aşk...Bitti. Soldu şiir.

Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden

Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım

Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde

Ask yalnız bir operadır, biliyordum:

Operada bir gece uyudum, hiç uyanmadım.

Barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim

Her adımda boynumdan bir fular düşüyordu

El kadar gökyüzü mendil kadar ufuk

Birlikte çıkalan yolların yazgısıdır:

Eksiliyorduk

Mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim

Her otelde biraz eksilip, biraz artarak

Yani çoğalarak

Tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin

Birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında

Ağır ve acı tanıklıklardan

Geçerek geldim. Terli ve kirliydim.

Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum

Maskeler ve çiçekler biriktiriyordu

Linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...

Korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları

Ve açık hayatları seviyordu.

Buraya gelirken

Uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim

Atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri

Ödünç almadım hiç kimseden hicbir şeyi

Çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için panayır yerleri...

panayır yerleri...

Ölü kelebekler...

Ölü kelebekler...

Sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.

Adım onların adının yanına yazılmasın diye

Acı çekecek yerlerimi yok etmeden

Acıyla baş etmeyi öğrendim.

Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

İpek yollarında kuzey yıldızı

Aşkın kuzey yıldızı

Sanırsın durduğun yerde

Ya da yol üstündedir

Oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar

Ölü yanardağlar, ölü yıldızlar

Ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı.

Aşkın bir yolu vardır

Her yaşta başka türlü geçilen

Aşkın bir yolu vardır

Her yaşta biraz gecikilen

Gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler

Gözlerim

Aşkın kuzey yıldızıdır bu

Yazları daha iyi görülen

Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler

İlerlerim

Zamanla anlarsın bu bir yanılsama

Ölü şairlerin imgelerinden kalma

Sen de değilsin. O da değil

Kuzey yıldızı daha uzakta

Yeniden yollara düşerler

Düşerim

Bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda

Ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında

Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler

Yaşamsa yerli yerinde

Yerli yerinde her şey

Şimdi her şey doludizgin ve çoğul

Şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi

Şimdi her şey yeniden

Yüreğim, o eski aşk kalesi

Yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden

Dönüp ardıma bakıyorum

Yoksun sen

Ey Sanat! Her şeyi hayata dönüştüren.

17 Şubat 2008 Pazar

biraz yorgun ama mutlu

tatatataaaaaam.... efendim, dün geceden beri kar görmemiş güzel şehrime karmakarışık kar yağıyor. (karla karışık yağmur diil, lütfen) en narin ve incesinden kendini bize gösteriyor ama henüz tutmadı, tutacağını da sanmıyorum ama hayal kurmak güzel. çıkıp kartopu oynadığımızı düşünmek....
I wish.....

27 Ocak 2008 Pazar

bookshelf


Mr Murakami has always been a speacial author to me with his incredible imagination and depictions on the alienation of society related to cultural transmission. What makes him so striking still stays a mystery though, whether his final resolutions or his simple but conceptual style of writing.
I can not deny the fact that whatever he writes, he spellbinds his readers unintentionally.

23 Ocak 2008 Çarşamba

kahve bağımlılığı


tanıdığım insanların yüzde doksanı beni kahveyle bağdaştırıyormuş, neden acaba?*
günde 10 bardak kahve içen ve boş bile olsa elinde bardakla dolaşan birini görürseniz bilin ki o benim...
ama bana sorsalardı ben kendimi başka şekilde tanımlardım.
kedi seven, evinde bambu bitkisi besleyen, sinirlendiğinde yanına yaklaşılmayan amma velakin sinirleri normal dozdayken gayet sevimli olabilen, çok kitap okuyan, çok kahve tüketen, fırsat buldukça film izleyen, alışveriş yaparken kendini kaybeden, kendine gelince de paketlere bakakalan (mesela bir keresinde gözüm nasıl dönmüşse acaip bir limon sıkacağını almışım, eve gelince ne kadar acaip olduğunu fark etmiştim), dağınık ama düzenli bu sebepten pek bir tutarsız, humanist ve sorumluluk sahibi bir insan olarak tanımlardım.
insanın kendini tanımlaması çok zor, üç beş cümleye sığamıyorsun, ya kendimizi gözümüzde fazla büyüttüğümüzden ya da tanımlanması zor bir içgüdüyle kendimizi büyütmek istememizden.
birazdan "how I met your mother" başlayacak, 20 dakikalık dinlenme süresi...

22 Ocak 2008 Salı

büyücü


to Ludmilla,
thanks...

20 Ocak 2008 Pazar

konudan konuya atlıyorum, farkındayım, ama bir sorum olacak. daha önce hiç evlenen var mı aranızda, benim bir sürü arkadaşım evlendi ama hiçbiri bana nikah için gün almanın eziyetlerinden bahsetmemişti. efendim, gidiyorsun, sana nüfus cüzdanınızı yenilemen gerekiyor diyorlar, anlatamıyorsun, ben zaten evlenince bir daha değişecek bu meret, niye yenilemem lazım, hiçbir açıklama yapmadan sıradaki diyorlar. sonra bir sağlık raporu istiyorlar, yeni fotoğraf vs, tamam bunları anlıyorum ama bir de nikah salonunda 15 dk konuklarımızı ağırlamak için istedikleri fahiş fiyat dudaklarımızı uçuklatıyor sevgilimle. zaten yeni bir hayat kurmak için yaptığımız onca masraf, mağaza mağaza dolaşıp eşya beğenme seansları, elindeki listenin eksilmek bir yana zinhar artması yeterince can sıkıcı değilmiş gibi bir sürü prosedürün ortaya çıkması vs vs....
daha ev aramaya başlamadık efendim, çilemiz uzun süre devam edecek gibi görünüyor.
benim bir arkadaşım var, adı ysn. sessiz sakin bir çocuktur, fazlasıyla mülayim, ortamlara karışmayan, çekingen mi içe mi kapanık bir türlü anlaşılamayan cinsten. işte bu ysn efendi'nin bir sakalı var, ki bu sakal sayesinde kendisi Sigmund Freud olma yolunda ilerliyor. Yasinle birlikte çalışıyoruz, benden bir yaş küçük olmasına rağmen anaç yapımla çocukcağızı kanatlarımın altına almış durumdayım, zaten o da sadece benimle sohbet eder kısacık sigara molalarında. her neyse, geçenlerde anlattığı bir olay, beni bir yıl öncesine götürdü (yani esas meselem bu) bir gün bu arkadaş benim eski çalıştığım yere iş görüşmesine gelmiş, ama benim eski çalıştığım yerde öğretmen olabilmek için tam dört aşamalı bir sınavdan geçmek lazım ki CEO mu alıosun öğretmen mi alıyorsun kardeeeş sorusunu sormadan duramaz bünye. şöyle ki önce oldukça zor bir ingilizce sınavından geçiyorsun, yaklaşık 2.5 saat sürüyor. eğer o sınavı geçersen yazılı sınava alıyorlar, 3 sayfa kompozisyon yazman gerekiyor(burada kompozisyonda hem written expression hem de sordukları sorulara göre teaching approach ölçülüyor, kurumun anlayışına uymazsan zaten direk eleniyorsun). şayet bunu da geçersen sözlü mülakata alınıyorsun, bu sefer yazdıklarını sözlü olarak dile getiriyorsun ki, burada dikkat ettikleri nokta, (ing.) konuşmadaki akıcılığın ve hata yapma minimalin. hadi bunu da geçtik diyelim, ki çok uzun ve yorucu bir süreç bu sözlü mülakat, sıra ders anlatmaya geliyor. sana bir konu veriliyor, dört temel beceriye dayanarak 45 dakikalık bir ders planı hazırlaman, bunu gerçekten sınıfta öğrenciler varmış gibi anlatman lazım ve en önemlisi de dersin her bir dakikasının çok eğlenceli geçmesi lazım. kısacası bu mülakatlar serisi tam bir çin eziyeti. mülakatların zorluğunu belirtebildiğimi düşünerekten sonrasına geçiyorum. neyse efendim, ben tazecik bir öğretmenken bu mülakatları başarıyla atlattım ve işe alındım. derslerin yoğunluğu, öğrencilerin kaprisi (kurum aşırı pahalı olduğu için seni satın aldıklarını düşünüyor öğrenciler) ve aylarca maaşımı zamanında alamamamın getirdiği stres ve yüklü kredi kartı borcu sonucu bir yılın sonunda istifamı vermiş ve kurumu çok ciddi eleştirmiştim. hala da eleştiriyorum, arkadaşım 3. aşamayı aşmış, ve 4. aşamada tökezlemiş, benim çalıştığım kurum da bu adama sen de öğretmenliğin ö'sü yok, vazgeç oğlum sen bu sevdadan demiş, bu yıkıcı eleştiri de arkadaşımın bir yıl eve kapanmasına sebep olmuş. e be kurum, sen maaşları ödemen gereken tarihten 20 gün sonra zar zor ödeyebiliyorsan, en iyi öğretmenlerini başka yerlere kaptırıyorsan senin ne hakkın var bu kadar zor sınavlar yapmaya, insan uzaktan bakınca gerçekten bi b.k sanıyor seni yahu. ya da en basiti mesleğe yeni başlamış birinin hevesini bu şekilde kırmaya ne hakkın var, sen hiç acemi olmadın mı???
işte freudvari arkadaşımla konuşurken bana özel sektörle ilgili çok şeyler öğreten o kurumu tekrar hatırladım, özel sektörü neden sevmediğimi de. bu yazı da eski işyerime ithaf olsun mu, olsuuun.
D.

14 Ocak 2008 Pazartesi

öylesine...

aslında küsmüştüm bloguma, malum ben yazıp ben okuyorum burayı ama sonradan barış yapmaya karar verdim.
bir özlediklerim listesi hazırladım.
  • canım annemi çok özledim, dün gece aylar sonra ilk kez rüyamda gördüm onu, soracaktım, anneannem yanında mı diye, aklıma gelmedi.
  • anneannemi çok özledim, telefonda canlı canlı konuşması hala kulaklarımda.
  • arkadaşlarımın bir telefon yakınlığında olmasını ve mutfak geyiklerini, beşiktaşta yapılan kriz anı komplolarımızı özledim. (çoğunlukla duygu'nun aşk hayatı üzerine)
  • son bir aydır süren ve dün biten "nefes alamamacasına" çalışma yoğunluğumu özledim. (el insaf bana di mi)

9 Ocak 2008 Çarşamba

geçen yılın bir özetini yapmak gerekirse....
-işimi değiştirdim, yeni işimi ise değiştirmek için çok çabaladım ama beceremedim.şimdi değiştirmek istemiyorum ama.
-elliye yakın film izledim, yüzden fazla kitap okudum, lost'un üç sezonunu bir hafta içinde yuttum.
-dengesizliklerim oldu, ya çok çalıştım, ya da inanılmaz boş oturdum.
-2007de de tatil yapamadım.
-antalya-izmir arası mekik dokudum, yakın arkadaşlarımın düğününe gittim.
-izmir'e çok alıştım, izmir ruhunun ne olduğunu anlamaya başladım.
-kilo aldım, kilo verdim, yoyo sendromunu üzerimde gözlemlemek isteyen diyetisyenler için harika bir denek olabilirdim. malesef onlar bu şansı kaçırdılar.
-blogumu açtım, her gün mutlaka azer'i okudum.
-25 yaşına girdim, o kadar sevdim ki bu yaşı yıllarca aynı yaşta kalmayı planladım.
-bol bol fotoğraf çektim.
-inanılmaz güzel ayakkabılar aldım.
-öğrencilerimle kar duası ettik, belki kar yağmadı ama biz çok eğlendik.
-noel baba'nın varlığına inanmaya başladım.
-evime gelen bir iguanayla arkadaş oldum.

falan filan...
listem kayda değer gibi görünmüyor biliyorum ama diğer olayları; ölümleri, kayıpları, terörü ve umarsızca elimizden alınanları yazmadım. yazmak istemiyorum.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...