22 Aralık 2011 Perşembe

Yalan Dünya

6 sene boyunca hiç aksatmadan Avrupa Yakası'nın sıkı takipçisiydim hatta bittikten sonra uzunca bir süre tekrarlarına da takıldım. Sadece pijamalı adamın (Peker Açıkalın) olduğu bölümleri pek sevememiştim. Gülse Birsel yeni dizi çekecek, yaşasın diye bekleme modundayken fragmanı çıktı. Ocak ayında başlıyormuş. Kadroyu görünce beklentilerimiz daha da yükseldi yalnız Altan Erkekli'yi normalde çok sevmeme rağmen Şen Yuva'daki aşırı karikatürize edilmiş karakteri yüzünden itici bulmaya başlamıştım, umarım aynı şey burada da yaşanmaz. (izlemeyen kaldıysa) iki gündür twitterda facebookta dönen fragman da burada.
Hamiş: videoblog gibi iki gündür üst üste video yayınladığımın farkındayım, so sorry...

21 Aralık 2011 Çarşamba

The Hobbit



mutluluktan gözlerim doldu. Gördüğümden beri tekrar tekrar izliyorum.

18 Aralık 2011 Pazar

pazar notları

- Dün yeni kitap kulübümüzle Kafka on the shore'u tartıştık. Aslında pek tartışamadık çünkü kızlar kitabı bitirememişler ama sevmişler, spoiler olmasın dediler, ben de hazırladığım soruları vs. hiç ortaya sunamadan kaldırdım.
- Bu arada özentilik dense de ben yılbaşı ağacı konseptini pek seviyorum. geçen sene ağacımızın ayağı kırılmıştı ve tüm süslerimiz kara delik tarafından yutulmuştu, süssüz girdik ama bu sene hep.sibura.da'da ağaç+süs+ışık 30 liraya bulunca aldım hemen, diğer süsleri de İkea ve Kipa'dan aldık. Ağacı kurduk ve süsledik bile :)) Eğer almak isteyen olursa bizim aldığımız ağaç 120 cm, fiyatına göre kalitesi beklediğimizden çok daha iyi çıktı. (Böyle çok gür değil tabi ki ama yine de düşündüğümüzden daha kaliteli) aynı boyutta ağaçları Kipa'da daha ucuza gördük ama biraz daha cılızdı. almayı düşünürseniz öneririm. - bunu aslında yazsam mı yazmasam mı çok tereddüt ettim ama aylardır kilo vermem durmuştu, diyete uysam da uymasam da kilom sabitlenmişti ama şu bir haftada önce iki senedir içine giremediğim pantolonumun içine sığabildim, sonra da elimde mezurayla belimi ölçtüm, şaka gibi ama 5 cm incelmiş, ne ara, nasıl hiç anlamadım ama durgunluk dönemi bitti sanırım. gitsin kilolar :))

8 Aralık 2011 Perşembe

wishlist

Pek sevgili Noel baba, bu sana bilmemkaçıncı mektubum, hiç cevap vermiyorsun, gönül koymaya başladım. sene boyunca uslu bir insan oldum, verilen görevleri yaptım o yüzden hediye listemi içim rahat bir şekilde yazıyorum. bak daha 22 gün var, bence içlerinden birini bana yollayabilirsin. 1. bu kitabı pek merak ediyorum, en son kitap alışverişimde almayı unutmuşum.
2. bu elbiseyi giyebilecek kadar inceleyim.
3. Yılbaşında evim böyle olsun :)) Not: resim brownie'nin blogundan.
4. bu defterden bulamıyorum, bulursan pek sevinirim.
5. Listeye çanta eklemezsem çatlarım. lacivert veya yeşil olanı olabilir.
kocaman öptüm o tombiş yanaklarından, Deniz

So Long and Thanks for all the Fish


bir kuşkucu somon olarak geç bile kaldığımı düşünüyorum...

symphony of illumination

bu hafta gereksiz duygusallıklarla başım belada. en son yayınlanan How I met your Mother'da (7/12) gözlerim dolu dolu oldu. Bir an kendimi Robin'in yerine koydum, fena oldum. çok doğru aslında, bir şeyi istemeyebilirsin ama istediğin anda da yapabileceğini bilmek çok daha güvende hissettiriyor insanı.
Ted gibi bir dostum olsun bir milyon borcum olsun demedim değil tabi. En sağlam ve güvenilir olanları o. Bir de Marshall kuzusu elinde yüzüğüyle kapının önünde Ted'i beklerken bu kadar üzülmüştüm.
çok ağır eleştirilse de ben de anneyi merak edenlerden değil bu beşli ekürinin hayatına 20 dakika bile olsa dahil olmayı sevenlerdenim. Komedi çizgisinden artık çok daha fazla kaysa da, bazı bölümleri Friends'ten araklanmış olsa da seviyorum ama bir ay ara çok uzun pek sevgili yapımcılar.

1 Aralık 2011 Perşembe

Aralık

Su gibi geçen güzel bir ay olsun aralık...
kırmızısı bol olsun...
ama kafamız böyle olmasın. zamanı güzelce kullanabilelim.
not: görseller için maalesef kaynak veremiyorum, vakti zamanında kaydetmişim, eğer şuradan almışsın derseniz hemen kaynağı yazarım.

22 Kasım 2011 Salı

kitap siparişlerim

son zamanlarda bloga bir tanıdığa bakıp çıkacaktım muamelesi yaptığımın farkındayım ama her sene bu zamanlar olduğu gibi sınavların, istatistiklerin ve bilumum okul proje görevinin altında ilk kez bu kadar ezilmekteyim. ders bitse de bitmese de kalıp çalışıyorum ve öğretmenlikten çok şu kağıt işlerine zaman harcıyorum ya yanarım yanarım ona yanarım. yeni nesil öğretmenliğin tanımı kalifiye projeci, analizci ve öğrenci bilgisi girici olabilir, olmayadabilir. neyse sıkıcı konuları atlarsak senenin son kitap siparişlerini göstermemek olmaz. okuoku.com'da indirim yazısını gördüğümden beri listem elimde kitap avına çıkmıştım. sağolsunlar jet hızıyla kitaplarımı gönderdiler. bir esra-ceyda kardeşler ekürisiymiş gibi işte benim cicişlerim demek istiyorum, tutuyorum kendimi. genel bakış atarsak:
ilk olarak bu siparişle beraber alınmasa da elalemin çektiği fotolarla paylaştığım için hakkını yediğimi düşündüğüm IQ84. ilk 4 günde 400 sayfa okuduktan sonra "2,5 yıl bekledin, açgözlülük yapma" diyerek kendimi daha yavaş okuma programına aldım. ben çok sevdim, Murakami kitaplarında her hikaye aynı ama farklı...
Barış Bıçakçı'nın aslında sadece Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'sini alacaktım ama zevkine pek güvendiğim Gülş. Sinek Isırıklarının Müellifi'ini okuyup da twitterda fotograflarını paylaşınca listeye eklememek olmaz dedim.
Margaret Atwood'un Kör suikastçı'sı yıllardır listemdeydi ancak bir türlü bulamadım ama bakın sahafta neler buldum :))
bunlar da utanç kaynaklarım. kız kitaplarım. kafa boşaltmak için filan gibi bahaneler bulamayacağım, ben eğleniyorum sabun köpüğü kitaplarla.
buncağzım da 2012'nin ilk ajandası. metis ajanda koleksiyonum var zaten.
rahat 3 ay kitap almadan dayanabilirim sanıyorum :))

10 Kasım 2011 Perşembe

nihayet...

Yıllarca bekledim ama nihayet elimde (not: fotograftaki el arkadaşımın)...
aklım bu kapakta kalmadı değil ama...

‎1881 - 193∞

2 Kasım 2011 Çarşamba

geyik muhabbeti içeren bir posttur

bir arkadaşım 10 günlüğüne evinde bir arkadaşının kedisine bakıyor. attığı mesaj şu : kutusundan cikar cikmaz dolabin ustune gitti kedi. acikinca iner de mi? ne zaman sinirlensem, üzülsem bu mesaja bakıp gülüyorum, ilahi Esra, iner iner, sonra da tepende gezer.

31 Ekim 2011 Pazartesi

okul yolu

bugün fotograf makinasını da yanıma aldım, okul yolunu çektim.
4 senedir bu evi fotograflamak istiyordum, eskiden kapısı maviydi, çok daha güzeldi.
burası bir nevi solucan yolu, dar ama açıldığı alan kocaman bir tarla. renkleri pek tutturamamışım.
beden eğitimi dersi bitince giyinmek için koşturan veletler itinayla yakalanır, sıraya dizilir, poz verdirilir, tam çekecekken çocuklardan biri ingilizceci foto şipşak olmuş der, el titrer, fotograf böyle titrek olur. hiçbir titreyen el bu güzel çocukların duruluğunu bozamaz.

23 Ekim 2011 Pazar

önemli!!!

Deprem bölgesinde çok acil kışlık kazak, battaniye, su, bebek maması, bebek bezi, hijyenik kadın bağı ve suya ihtiyaç varmış. İzmir'de bulunanlar için 24 Ekim pazartesi günü Van Turizm 14:00'te otobüs kaldıracakmış. Tedarik edebileceği şeyleri göndermek isteyen olursa diye. Not: İstanbul'dan ise sabah 11:00'de otobüs kalkacakmış. Güncellenmiş: "Deprem için yardımlar Bornova Büyük Park içerisinde uğur Mumcu Kültür Merkezi'nde toplanacak, Bornova Belediyesi tarafından deprem bölgesine ulaştırılacaktır.İrtibat için: 0232 388 29 64.. bir de 2868'e boş bir mesaj atarak Kızılay'a destek olabilirsiniz. Tüm operatörler için 5 TL.

21 Ekim 2011 Cuma

gibi gibi...

"kalbim bedenimden de büyük desen de olmaz, hissetmelisin, herkes bu nedenle tanıdık gerçek yüzünü göstermelisin." Sertab Gibi

17 Ekim 2011 Pazartesi

güncel komedi

alıntı yapacağım yüksek izninizle... "GÜNCEL KOMEDİ Türkiye ekonomisinde yaşananlara ‘tiyatro’ diyordum, pişman oldum.... Çünkü birileri bunu ciddiye alıp ‘stand up’ yapmaya başladı. Gerçekleri halka söylemekten korkanlar, ortaya koydukları fiyat artışlarını komedi tadında sunuyorlar. Önce doğalgaz ve elektrik fiyatlarındaki artış geldi, bunun kurdaki yükselişten ve uluslararası maliyetlerden kaynaklandığını söylediler. Ardından zam ya...ğmuru sağlık alanında da devam etti. Muayene katkı payları artırıldı. Aile hekimlerinin yazdığı ve daha önce tahsil edilmeyen 3 TL’lik reçete paralarının hastadan alınmasına karar verildi. Bitmedi… Şayet devlet veya üniversite hastanelerinde doktora gözükme gafletine düştüyseniz ödenecek rakam 9 TL’ye çıkıyor. Ama siz kaşınıp, acile gittiyseniz, hiçbir işlem yapılmasa bile 5TL yerine, 6 TL ödemeniz isteniyor. Sağlık politikasını eline yüzüne bulaştıran bakanlık, milleti soyduğu yetmezmiş gibi, üzerine bir de doktor bulamadığı için ithal doktor ve hemşire getirmenin yolunu arıyor. Fakat güncel komedi bununla da bitmedi. Ardından cep telefonundan sigaraya kadar bir dizi ürünün vergisine zam geldi; Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ‘güncelleme’ dedi. Belki de oyunun en komik sahnesi buydu, ama nedense kimse gülmedi. Meğer izleyici başrol oyuncusunun çıkmasını bekliyormuş. Nitekim sonuçta o da sahne aldı ve Başbakan Erdoğan milletin karnına ağrılar girmesine sebep olan o müthiş repliği Türkiye’ye haykırdı: “Sigara içmeyiverin, daha az içki tüketin ve Porsche yerine FIAT marka otomobillere yönelin.” Belki başka şartlar altında ve başka bir ülkede söylenmiş olsaydı anlamlı olabilirdi. Ama söyleyenin 6 uçağı, korumalarına tanesi 100 bin dolardan ABD’den getirttiği 10 tane (toplam 1 milyon dolar) 4 x 4 araç gerçeği ve mahdumuna ait gemiciği olunca bünye kaldırmıyor. Böylesi bir bakış açısı, bana nedense tarihten bir yaprak tadında ‘Ekmek bulamıyorsanız, pasta yiyin’ gibi bir söylemi hatırlattı. Bir Başbakan’ın tavsiyelerinin arasına marka sıkıştırması sıkıntısını bir kenara bıraksanız bile, yüzde 100 yerli olmayan, yani sonuçta ithal tedarikle üretilen ve sadece montajı burada yapılan bir mamulü tavsiye etmesi de komedinin dozajını artırdı. Lakin vergiye zam yapılmasını bile algılayamayan canım seçmenim, bu hareketi de hararetli bir biçimde kahvede, sokakta savunmaya başladı. Nasıl bir akıl tutulmasıdır bilemiyorum ama bu ülkede kaç kişinin Porsche’si olduğunu merak ediyorum. Başkaları merak etmiyor ve seçmeninin bu körlemesine desteğinden cesaret alıyor olacak ki, zam yağmurunu sağanağa çevirmeye karar verdi. Maliye Bakanı Şimşek 2012 yeniden değerleme oranını açıkladı: yüzde 10,2… Bunun Türkçesi, trafik cezalarından pasaport harçlarına, damga vergisinden idari ve adli para cezalarına kadar her kalemin bir daha zam göreceğidir. Yetti mi? Bu kafayla devam edildiği sürece yetmeyecek. Asıl siz ekim sonu ve kasım başındaki AB ve G-20 liderler zirvesinden paraya iştah verecek bir karar çıkmazsa görün. Sıcak ve borç parayla ülke yönetenler bize daha ne güncellemeler yapacaklar. İşte o gün bizim için bu komedi, bir trajediye dönüşecek." Çetin Ünsalan 17.10.2011

14 Ekim 2011 Cuma

şipşak

uzun süredir fotograf makinası almak istiyordum ama para biriktirdiğim zaman hep harcamam gereken çok daha önemli şeyler oluyordu ve fotograf makinası alma hayali her geçen gün daha da uzaklaşıyordu, en sonunda tam hayal ettiğim gibi olmasa da geçen ay bir kampanyada Fujifilm FinePix S2950 aldım, gayet de memnunum. daha çıkıp fotograf çekmeye başladım mı, hayır evin içinde ışık denemeleri yapıyorum ama şu posttaki foto bu minikle çekildi. şimdilik tökezleyerek kullansam da zamanla daha iyi olacağını umut ediyorum.

alışverişkolik

bu aralar ciddi ciddi ekonomi yaptığımızdan alışveriş yapmamaya çalışıyorum ama uzak durmaya çalıştıkça da almak istediklerim artıyor. misal bu çantayı (mudo)
bu sabahlığı (relax mode, kırmızı olan) ve de bu papileri (twigy) gözüme kestirdim. eh bu da ufak bir wishlist olsun...

13 Ekim 2011 Perşembe

being garfield

bugünlerde üstüme bir tembellik çöktü anlatamam, bir de üstüne rahatlık var. her şeye hallederiz deyip kılımı kıpırdatmama, son dakikada telaş olma modundayım ki beni tanıyanlar bilirler, ben böyle değilimdir. plan program listeleme filan, hiçbir şey yapmıyorum, yazmıyorum. tek derdim kilo vermek, o kadar çok odaklanmışım ki diyeti harfiyen uygulasam da uygulamasam da şişmeye başladım. En sonunda bugün diyetisyeni arayıp ağlayarak programı dondurmak istediğimi söyledim. biraz şu kafa yapısından çıkıp kendime gelmem lazım ya da kendimden uzaklaşmak, orasını bilemedim.

12 Ekim 2011 Çarşamba

bayanlar ve baymayanlar

kadın olmak zor ama Türkiye'de ya da müslüman bir ülkede kadın olmak daha da zor. çok ağır şiddete maruz kalabildiğiniz gibi şiddet pornografisine de maruz kalabilirsiniz. Etek giydiğiniz için tecavüzü hak etmiş olabilirsiniz. tecavüze uğrayıp kendiniz istemiş olabilirsiniz. tecavüzcünüzle evlendirilebilirsiniz. hukuk!! cinsiyetçi/ayrımcı kelimelere maruz kalabilirsiniz. hatta anadiliniz bu alanda master yapmış olabilir misal eksik etek, avrat, kaşık düşmanı, bayan gibi kelimelerin yanı sıra saçı uzun aklı kısa, elinin hamuruyla erkek işine karışma, kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin gibi atasözleri ve deyimler anadilinizi zenginleştirebilir. iş yerinde de cinsiyetiniz peşinizi bırakmaz, yan odada oturan adam müdürken siz müdüresinizdir. cinsiyetçi bir m.illi eğ.i.tim m.üd.ürünüz olabilir, beraber büyüdüğünüz arkadaşınıza bir metreden daha fazla yaklaşamayabilirsiniz. siz okuyup kendi işiniz yapmaya başlasanız bile hala evin işleri, çocuğun bakımı gibi külfetli işler üstünüze yıkılabilir. ve her an diken üstünde olmanız gerekir, bir gün biri sizi bıçaklarsa bu ibretlik diye sansürsüzce gazetede basılabilir. yüzbinlerce hemciniz size yapılan bu utanç verici muameleden utanır, üç gün sonra unutulur, merak etmeyin, ananız babanız, bir de çocuklarınız unutamaz onu. klişelerle dolu bir yazının daha sonuna geldik. klişe, çok yazıldı çizildi, ama durum bu.

5 Ekim 2011 Çarşamba

new girl

geçen gün internette amaçsızca gezinirken karşıma new girl çıktı, Zooey Deschanel zaten Hitchiker's Guide to the Galaxy'den beri ilgi alanımızdaydı, 500 days of Summer'la kendisine olan insan mısın sen hatun tavrımız arttı, (la o kadınsa ben neyim?) neyse Zooey dizi yapmış, hanım koş deyince hemen izledik. ilk bölümü biraz tutuktu ne yalan söyleyeyim. (yo yooo, kıskançlıktan değil) ama ikinci bölümde (yanlış anlamadıysam) çok bağıran elemanı gönderip yerine daha sakin bir karakter getirmişler ve dizi akıcılaşmaya başlamış. Jess, esas kızımız, sevgilisini başka bir kadınla bastıktan sonra internetten ev arkadaşı buluyor ve yukarıda resmi görülen üç adamla yaşamaya başlıyor, olay da onların başlarından geçenler zaten. (daha iki bölümü yayınlandığı için yorumlar kısıtlı ama dizi zamanla daha iyi olacaktır.) bence fena değil, izlemek isteyenlere alternatif olabilir.

4 Ekim 2011 Salı

geriye dönüp baktığımda...

90'lardaki türkçe pop patlamasında sadece bu iki albüm kaldı hayatımda. ilki Levent Yüksel, medcezir
ikincisi ise Sertab gibi

30 Eylül 2011 Cuma

umutsuz ev kadını modu volume 98734547

biliyorum yemek blogu değilim ama bu poğaçaları ben yaptım, üstelik aradığım tadı bulana kadar bin farklı tarif denedim ama bu tam istediğim gibi oldu. (Kalamış marina'ya giderken Kadıköy'ün bittiği yerde bir pastaneden alırdım zamanında, işte o tat) üstelik fotografladım. tarif ferrostable'dan, ama ben içine ekstra olarak 1/4 kadar havuç rendeleyip biraz peynir koydum, doğal olarak biraz daha fazla un ekleyerek hamuru katılaştırdım. Güzelce paketlenip Güney'in annesine gidecek :)

29 Eylül 2011 Perşembe

tarçın hanım

merhaba, ben Tarçın. 3,5 yaşındayım. bazıları beni çirkin şey seni diye seviyor, çok bozuluyorum ama çaktırmıyorum. aslında akıllı ve usluyum ama kedi miyavlarsa, köpek havlarsa Allah yarattı demem deli gibi havlarım. yemek yemeyi pek sevmediğim için hep 5 kiloyum, tüm koltukların ve yatakların üstüne atlayabiliyorum. annemi ve babamı çok seviyorum. tamam, bizim evde yaşayan Concon'u da biraz seviyorum. fotograf çektirmeyi ise hiç sevmiyorum, kaç yıldır ilk kez annem yüzümün gözümün görüldüğü bir fotograf çekebildi. bir de keşke her gün biz tavuk verseler, ama vermiyorlar. alerji malerji konuşuyorlardı, dinlemedim gerisini. not: Sezin teyzem bana "sana estetik yaptıralım" dedi, estetik dediği güzel bir şey mi acaba? Sonradan gelen edit: conibon ise şu postta, bebekti o zamanlar.

24 Eylül 2011 Cumartesi

fidyecinin peşinde

Kelepir kitaplarımın dördüncü ve sonuncusuna geldik. yine bir Patricia Highsmith romanı, Fidyecinin peşinde ve bence yazarın okuduğum üç kitabı içerisinde en iyisi.
kaçırılan köpeklerinin bulunması için Reynolds ailesi polise başvurur ancak tahmin ettikleri üzere onlarla pek ilgilenen çıkmaz, polis memuru Clarence hariç. Hikaye, Ed Reynolds, Clarence ve köpeği kaçıran Rowijinski'nin anlatımlarıyla akıyor. her karakter kendi içinde takıntıları olan adamlar ve Highsmith yine derin karakter analizleriyle karakterleri olayların önünde tutmayı başarmış. Olaylar aslında tahmin edildiği gibi gitse de Clarence'ın karakteri ve bu üçlü arasındaki ilişkiler hikayeyi farklı bir boyuta taşımayı başarmış. önerir miyim, kesinlikle.
bir de daha önce şu postta anlattığım heykeltraş için aşağıdaki resmi koymayı unutmuşum, yıllardır böyle fiyatlar görmemiştim.
sırada anlatılmayı bekleyen kitap ise kitap kulübümüzün kitabı...
not: sanırım Derin Sular'ı da yazmamışım. onu da yazmak gerek tabi.

takdir edilme çabası

temizlik yapmak o kadar büyük bir külfet ki yapınca takdir edilmek istiyorum, ondan bu başınıza ekşimelerim, her yaptığım işi anlatmalarım. "bir nevi çizdiği her çizgiyi, yazdığı her harfi göstermek isteyen ilkokul bir veledi gibiyim."

22 Eylül 2011 Perşembe

püsküütlü pasta

beni tanıyanlar tatlı yapmada ne kadar beceriksiz olduğumu biliyorlar, hele süsleme filan hak getire. yapabildiğim iki tatlı var, biri hindistancevizli kurabiye, bir de bu püsküütlü pasta. eee, ne diyeyim, bundan daha iyisini yapamadığımı bildiklerinden bu bile misafirlerimizi mutlu ediyor :)

12 Eylül 2011 Pazartesi

heykeltıraş- minette walters

Kelepir kitaplarımla devam ediyorum. bu seferki gerçekten polisiye üstelik cinayeti ilk duyduğunuz anda insanın kanını donduran cinsinden. SPOILER Olive, annesi ve kız kardeşini öldürmekten hapse düşmüş, aşırı şişman bir kadın. (180 cm boyunda, en az 160 kg diye tanımlanıyor kitapta.) ailesiyle ilgili problemleri var, belli ki. işlediği cinayet en zalim benim diyenin bile tüylerini diken diken edecek cinsten ama Rosalind isimli yazar kızımız bu cinayeti ve Olive'i kitaplaştırarak bir şekilde kendi geçmişinden kaçmayı planlıyor. Araştırdıkça işin boyutu değişiyor ama araştırırken Olive'in aşırı yalancı olduğu ve herkesin inanılmaz bir yalan söyleme kapasitesi olduğu göz ardı edilmemeli . SPOILER kitap, başından sonuna kadar okuyucuyu kendine bağlayacak bir tempoda ilerliyor. Walters, Roz'u sonuca götürecek her detayı dantel gibi işlemiş öyle ki tabiri caizse ilk sahnede görülen tabanca mutlaka patlar sözünü nasıl pekiştiririm diye uzun uzun bu hikayeyi kurguladığından şüphelendim. yani kısacası kurgusu çok başarılı. karakterlerden bahsedecek olursak, şahsen ben olayı yazmak için didinen yazarı (Roz), cinayetten içeri atılmış/toplumdan dışlanmış Olive'i ve hikayeyi cidden renklendirip bir sonraki aşamaya taşıyan Sister Bridget'ı, Hal'u pek sevdim. katil diye tanıtılan karakterde bile bir sevimlilik vardı. o yüzden kitap boyunca Roz'dan faklı düşünemedim, bol bol empati kurdum. yan karakterler ise cidden çok başarılıydı, bir ara cidden televizyonda O'brian ailesi olsa nasıl görünürlerdi o bile gözümde canlandı. canlı tasvirlerle pek çok mekan da gözümde canlandı. Filmi olsaydı eğer yapımcılar hiç zorlanmazdı ona eminim. sonuç olarak, eğer polisiye seviyorsanız şiddetle öneririm. bu arada formspring hesabı açtım ben, kimse de bana soru sormuyor doğal olarak. sormak isterseniz: http://www.formspring.me/desde1

9 Eylül 2011 Cuma

trendeki yabancılar

D&R'a en son gittiğimde Can yayınları bazı kitapları kelepire çıkarmıştı, hanım koş dört teleye kitap var dedim, ıncık cıncık inceledikten sonra kredi kartıma ufak bir darbe daha indirerek birkaç tane kitap daha aldım.
üstünde polisiye yazsa da trendeki yabancılar (strangers on a train) kesinlikle polisiyeden çok psikolojik gerilim, hatta bana oldukça Ian McEwan'ın Sonsuz Aşk'ındaki karakterleri anımsattı. SPOILER bir tren yolculuğuyla başlayan iki sıradan adamın arkadaşlığı, bir tarafın sağlıksız/obsesif ruh haliyle diğer taraf için ömür boyu vicdanen taşıyacağı bir yük haline geliyor. yazar her iki ana karakteri de kitap boyunca öyle geliştiriyor ve derinleştiriyor ki sen, ben, sokaktan geçen adamken Guy ve Bruno olup etten kemikten karakterler haline geliyorlar. kitap biraz yavaş bir tempoda ilerlediği için karakter gelişimleri de yavaş ama okurken insanın kapasitesi cidden sorgulanıyor öyle ki kitap bittiğinde insan herkes cinayet işleyebilir mi sorusunu kendisine sormadan duramıyor. temposu çok düştüğü anlarda biraz sabretmek gerek, çok değil iki üç sayfa sonra Patricia Smith hemen yeni bir olay örgüsünün içine ittiriyor karakterleri zaten. SPOILER Sonuç olarak önerir miyim, evet. zaten kısa bir kitap, anlatımı iyi, hele bir de psikolojik gerilim seviyorsanız oldukça tatmin edici bir kitap. not: paragraflarım nedense bitişik çıkıyor, ne yapmalıyım?

yep, zaz İzmir'e geliyor beybi

Kırk yılın başı bir erken yatıp pek sevgili tıvitırımdan uzak kaldım, o gece İzmirdesanat Zaz'ın güzel İzmirimize geleceğini duyurmuş, şekilsiz uyuyup her bir yanımı ağrılara gark etsem de haberi görmemle havalar uçmam bir oldu.
evet efenim, 23 Ekim pazar gecesi Zaz, İzmir Arena'da sahneye çıkıyor, biletler 40 tl, biletler Biletixte. Biz, Gizem, Begüm, ben gidiyoruz. oralarda görüşürüz.

7 Eylül 2011 Çarşamba

peki siz kaçıncı tekil şahıssınız?

facebookta yavaş yavaş herkes delirmeye başladı. kimi çok çalışmaktan, kimi çok tatil yapmaktan kimi de 9 günlük tatilin ardından işbaşı yaptığından. herkes kendisinden başka tekil şahıslarla bahsediyor. Eda: "Eda Kıbrıs'ta." 2 likes, 5 comments Mustafa: "az daha çalışırsa beynini duvara vura vura eritecek, böylece bu tempo bitecek." 3 likes, 5 comments Ayşe : "Eren ve Ayşe'nin çocukları oldu." 36 likes, 54 comments gibi. bir furyadır almış başını gidiyor. ayrıca 0.facebook'u kullananların her yorumu beş kez geliyor, böylce anormal yorum sayılarına ulaşıp hit yaptım diye sevinenler de var. bir de benim gibi durmadan oyun oynayıp wall'unu çocuk parkına çevirenler var, topluca kınanıyoruz biliyorum.

4 Eylül 2011 Pazar

eylül

Eylül ayında İstanbul'da olmak lazım, özellikle Boğaziçi'nde. okulda dolanırken kızaran yaprakların fotoğraflarını çekmek, akşamları hafif üşüyüp ince bir hırka giymek, arkadaşlarla keyifli bir yerde sohbet etmek lazım, eğer hala duruyorsa Viktor Levi'de.

3 Eylül 2011 Cumartesi

atame/bağla beni ya da bir almadovar filmi



23 yaşındayım, 50 bin pesetam var ve bu dünyada tek başınayım. sana iyi bir koca, çocuklarına da iyi bir baba olmaya çalışacağım.
diyor Ricky Marina'ya ona vurduktan hemen sonra,
seni kaçırdım çünkü bana aşık olman için beni tanıman gerekiyordu!
Aslında bu cümleler bile Ricky'nin nasıl bir ruh halinde olduğunu anlamamız için yeterli olmalı. deyim yerindeyse filmin en vurucu cümleleri bunlar. karşımızda gencecik bir Antonio Banderas, sırılsıklam aşık bir adam rolünde. Aslında kadına olan takıntısının sebebini öğrenince bir "Ercüment Çözer" vakası diyebiliriz. yeni bir koleksiyoncu hikayesi gibi başlayan film, aslında koleksiyoncu'dan oldukça farklı, stockholm sendromu, bağımlı bir sevgi, bağımlı bir kadın var içinde ama bu sefer kısıtlı da olsa kadın'ın sesi var, istekleri var, mutlu bir son filan var.
----------------------- spoiler----------------------
Ricky, akıl hastanesinden çıkınca uzun süredir aşık olduğu Marina'yı kaçırır ve aralarında absürd bir ilişki başlar çünkü eski bir porno yıldızı ve eroin bağımlısı olan Marina'nın cidden çok güçlü ağrı kesicilere ihtiyacı vardır, Ricky'nin ise onun sevgisine...
---------------------- spoiler------------------------


hamiş: filmi öneren arkadaşım M.'ye sevgilerimi sunarım.

erebos

Bu bir oyun, Seni izliyor, Seninle konuşuyor, Ödüller dağıtıyor, Seni test ediyor, Tehditler savuruyor, Onun tek bir amacı var: Seninle oyun oynamak istiyor Tamamen bir yaz kitabı okuyayım diyerek almıştım ama akıcı anlatımı ve güçlü tasvirleriyle kitabı nasıl bitirdiğimi anlayamadım. spoiler Kitap hiçbir yerde satılmayan, sadece görev verilen bir kişi size iletirse dahil olabileceğiniz bir oyunu anlatıyor. cd yavaş yavaş tüm okula dağılırken Nick, merakla sıranın kendisine gelmesini bekliyor. sıra kendisine geldiğinde ise uykusuz gözlerle kahve sırasını dolduran, kimseye ser verip sır vermeyen arkadaşlarını anlamaya başlıyor ama ya oyun sizden yapamayacağınız şeyler isterse? oyundan atılıyor ve sırrı ortaya çıkarmak için bir grup arkadaşıyla çalışmalara başlıyor. spoiler kesinlikle yaz kitabı, eğer macera kitabı seviyorsanız kesinlikle öneririm.

tamamen kişisel ve saçma bilgiler içerir.

kendim hakkında saçmalama hakkım var mı? varsa eğer: * ustutupsuz sakız çiğneyen insanlara kıl olurum, ağızlarına ağızlarına vurasım gelir * Tolga diye bir arkadaşım var, dünyanın neresine koyarsan koy şıp diye kaybolur ya da olabilecek en uzun yolu seçer. * hayatta hiçbir şeyi beklemeye tahammülüm olmadığı halde ne kadar erken çıkarsam çıkayım her yere geç kalma yeteneğim var. bu yüzden de en çok kendime tahammül edemem. * stres altında çok başarılı işler çıkarabilirim, bakınız yayıla yayıla yaptığım ödevler vs. yumurta topuğa dayandığı an yaptığım ödevler. * kitap okumadan uyuyamam. kitabı okuyacağım diye yine uyuyamam. yani uyuyamam. uyku problemim var. * asla yumurta ve pişmiş domates yiyemem. * en yakın arkadaşlarımın hepsi çatlak ama ben normalim! nasıl buldular beni anlamıyorum. * sevdiklerime kuzu, kuzukulağı daha da kötüsü deniz börülcem diyebilirim. kaçınız. * overrated şeyleri önce sever, sonra nefret eder ama yine dönüp dolaşıp severim. misal: titanik * aşırı sinirlendiğimi gören çok az kişi vardır, bir daha görmek istemediklerini itinayla belirttikleri için burada anlatmayacağım ama pek hoş değil zannımca. * acaip liste yaparım, bir organizasyon filan varsa planlama işini bana bırakın ama uygulama kısmında çok başarılı değilim, onu başkası yapsın. * bugün hayatımı özetleyen cümleyi duydum: "bir yengeç kadınının evi asla pırıl pırıl olamaz, ne kadar temizlenirse temizlensin o evde hep bir dağınıklık olur." * bir de deniz, su dedin mi içim gider. deniz olmayan bir şehirde yaşamak kabus gibi gelir. eveeeet, olabilecek en gereksiz bilgilerle burayı doldurduktan sonra biraz uyumaya çalışmalıyım. iyi geceler.

1 Eylül 2011 Perşembe

kitap hırsızıyla ilgili yazıyı sıcağı sıcağına ve İngilizce yazdım. daha da yazardım da durdurdum kendimi. olmadı ben onu Türkçe bir daha yazıp yayınlayayım.

the book thief

HERE IS A SMALL FACT "YOU"RE GOING TO DIE"
SPOILER the book thief is a story narrated shockingly by the death himself, at first I couldn't get the fact that narrator isn't the protagonist but a witness retelling the story of Liesel who started stealing books with the sudden death of her brother while they were travelling to their foster parents' house. she couldn't even read when she stole the first book but it was a challenge that she came over with his dear Papa, who is an accordionist, a painter, a patient foster dad even cleaning his daughter's wet sheets secretly after her nightmares. her father, though ignorant by all terms, taught her how to read and encouraged her with all his heart. It was war time, even death itsef was busy for "the führer", and the neighbourhood they were living was one of the poorest in Germany but Liesel was craving for books rather than food so she started stealing books with her best friend Ruby (who isn't interested in books at all but falls for Liesel, looking for a kiss but couldn't get it). "something about a kiss/ something about a Saumensch/ how many times did she have to say good bye?" the neighbourhood and characters are vividly described so that readers can find themselves in Himmel, playing footbal with kids, making soup with peas and water, crying for a dead son, living in the basement and feeling the threat of getting caught just because of your race or hiding in the basement with the inhabitants of Himmel street when the sirens start. this book contains some brave people, some fanatical people, " a Jewish fist fighter and quite a lot of thievery." max, their Jewish guest, draw some illustrations while he was staying there which were quite impressive&ironic because those are drawn into painted pages of Hitler's book,mein kampf...
a short passage from the book: THE SWAPPING OF NIGTMARES the girl: "tell me what do you see when you dream like that?" the Jew: ".... I see myself turnning round, and waving goodbye" the girl: " I also have nightmares." the Jew: " what do you see?" the girl: " a train and my dead brother." the Jew: " your brother?" the grl: "he died when I moved here, on the way." the girl and the Jew: "ja-yes" SPOILER as I read the book in English and have just finished it, I wrote it in English.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

murakami


Like DNA, memory is both individual and collective"
Haruki Murakami


Murakami'yle ilk tanışmam eski erkek arkadaşım sayesinde oldu ki o Murakami bugünkü popülaritesine ulaşmadan (yani Türkçe'ye çevrilmeden) önce onu keşfetmiş ve derinliklerine dalmıştı. o zamanlar biz mutlu azınlıktık, şimdi ki gibi herkesin elinde bir Murakami kitabı mutlu pozlar verilmiyordu. okuduğumuz bize özeldi. biz eski sevgililer olduk ama Murakami hayatımızda hep oldu. (birimiz onun üzerinde sayfalarca yazdık, birimiz sayfalarca çizdik).
ben tezimi Murakami üzerine yazdım, her yeni kitabı için aylarca/yıllarca bekledim ve bir bekleyiş daha sona eriyor. Ekim sonunda IQ84 çıkıyor ve ben heyecanla kasımda kitabı okuyacağım günü bekliyorum. Onun hayalgücüne hayran kalmak, belirsizliklerine sinirlenmek, şeytanın aklına gelmez bu demek istiyorum. Sıradanı bu kadar sıradışı anlattığı için Murakami benim için vazgeçilmez.
işte bu yüzden gel kasım gel...

28 Ağustos 2011 Pazar

çocuk

benim sevgilim bugün 34 yaşına girdi. tek mum koyduğum için bir yaşına mı girdim diye soran, yok bir yaş daha aldın diyince bozulan; babama bir ağırlık çöktü artık ağır abiyim ben diyen; giymesi için getirdiğim tişörte bu hafif nemli, hasta olmayasın dediğimde ben senden 6 yaş büyüğüm ben hasta olmam diyen; şu son 7 senemin hemen hemen her dakikasını beraber geçirdiğim adam artık 34 yaşında. beraber büyüdük biz mavrasına girmeyeceğim(yoksa girsem mi?)ama iyi kötü pek çok şeyi beraber yaşadık ve umarım bir ömür boyu da yaşarız. iyi ki doğmuşsun çocuk...
bu şarkı da ona gitsin o zaman...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

koçtaş ve sonbahar temizliği

bugün pek sevgili arkadaşım Gizem'le kahve içmeye gittik, oradayken acaba Koçtaş'a mı gitsek dememle Gizem'in olur demesi bir oldu böylece ben de kafamı bir aydır kurcalayan "ya bu kutular bana yetmiyor" sorunsalına bir çözüm bulacaktım. Koçtaş'ta ilk gördüğümüz bahçe salıncağına kurulup alışveriş harekatına başladık. (evet, tembeliz, girin hatunun bloguna bakın, nisandan beri yazmıyor)Salıncakta sallanırken kutular hemen karşımızdaydı, biz sallandıkça bir yaklaşıp bir uzaklaştılar. ben de önce göz gezdirip sonra bir tane kocaman, iki tane orta boy kutu beğendim. hatta kırmızı hastalığımı bilen hatun bana kırmızı kutu bile buldu:) bir tane de gazeteleri toparlamak için içi kumaşlı sepet beğendim. (ben ona da kutu muamelesi yapıyordum lakin Gizem çok uyardı, kutu diil o sepeeeet diye.) kırmızı hunimi de seçtikten sonra kasaya 45 lira bayıp üstelik Burger King'e bile uğramadan alışverişimizi tamamladık. şimdi bu ilkokul 2 seviyesindeki kompozisyonu niye yazdım?
* Koçtaş'taki kutular çıtçıtlı, dolayısıyla monte etmesi İkea'ya göre çok pratik.
* yarın tüm gardolapı boşaltıp aylardır çözüm bulamadığım küçük ve işlevsiz odaya 3 tane aslan gibi kutumla dalacağım. bu arada İkea kanepemi de satmaya karar verdim, bizim kutu gibi evimiz için fazla büyük. oraya ancak iki armut koltuk veya tek kişilik yatak olabilen bir koltuk olur. online olarak nerede satabilirim? ya da hani eski kanepeni getir yenisini götür tarzı bir kampanya duyarsanız n'olur beni haberdar edin.
* bir de kendi kendime nazar değdirdim. aman ne güzel şakır şakır kilo veriyorum diye herkese anlatırken iki haftadır diyeti doğru düzgün uygulayamıyorum bile.
böyle işte.

23 Ağustos 2011 Salı

köpeklerimizle deniz macerası

bir pazar sabahı miskin miskin oturuyorduk ki sevgili hadi kalk Çeşme'ye gidelim, köpekleri de alalım hem yüzeriz diyince yaklaşık 5 dakikada hazır ve nazır arabamıza doğru ilerliyorduk. yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra istediğimiz gibi sakin bir plaj bulduk, çıkardık köpeklerin tasmalarını. (aslında bundan sonrası tam videoluk ama bu blogu okuyanlar asla benden o kadar teknolojik hareketler beklemez.)
önce kucağımızda yavaş yavaş suya alıştırırken (sudan nefret ediyorlar, söylemeye gerek var mı?) bunlar havada patileriyle yüzme aksiyonuna başlamışlardı bile. suya bırakmamızla kıyıya kadar nasıl yüzdüklerini bilemediler, hatta coni biz de çıkalım diye baya havladı ama kucaklayıp tekrar yüzdürdük. bir süre sonra suya alışıp onlar da tadını çıkardı ama en keyiflisi sanırım tasmasız geçirdikleri 3-4 saatti. kahverengi kızımız tarçın kumlarda yuvarlana yuvarlana beyazlaştı, bembeyaz coniyse kumlarda yuvarlanırken garip bir renk aldı. bir ara yandaki ailenin terliklerini çalmaya çalıştılar ama erken müdahele ve binbir özüre gülümseyerek karşılık verdi tatlı aile.
eh bu kadar yorulupacıkınca Ilıca'ya geçtik, doğruca Kumrucu Şevki'ye. Kesinlikle hayvansever bir restoran ve köpek besleyenler bilir ki eğer yanınızda köpeğiniz varsa çoğu restoran kapı duvardır. neyse, enfes kumruların ardından evimize dönüp çok güzel bir gündü diyip durduk. böylece bir tabumuzu daha yıkmış olduk.
P.s eğer bilgisayara aktarabilirsem cep telefonuyla çektiğim fotoğrafları buraya aktarırım.

11 Ağustos 2011 Perşembe

tatil

bugün Antalya'ya gidiyorum ama bende bir heyecan sanki hayatımın 18 yılını orda geçirmemişim gibi...
annemle son fotoğraflarımızdan biri, annemin çok sevdiği dağ evimizin oralarda. Babam oralara çiçeklerle senin adını yazdı balım annem. sen bence hep oradasın.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

sen de yaz yaz yaz...


uzun süre yazmayınca bir boşluk hissediyorum ama yazacak pek bir şey yok aslında. hayatım çok sıkıcı olduğundan değil (ben kendi kendime pek eğleniyorum) yazacaklarım hep yazdıklarım olduğundan.
yine de kısa kısa geçeyim.
- sevgilinin maç sevdası yüzünden bir türlü izleyemediğim Behzat ç. dizisini izlemeye başladım. önce itinayla kitaplarını okudum, sonra bir haftada aralıksız 23 bölüm izledim. malesef sonunu bilumum yerlerde geçen spoilerlardan biliyorum ama çok gerçek bir dizi, bir şekilde o birbuçuksaat nasıl geçiyor anlamıyorum. (Aslında haftada bir yayınlanan bir dizinin nasıl o kadar uzun olduğunu da anlamıyorum)
- daha az kahve/kola/kafein tüketiyorum. şu yüksek şeker zımbırtısından beri çikolata da yemedim. mutluyum. kendi kendime diyetimi sürdürüyorum. sonuçları almaya başladık bile. (kendi kendime derken irademi kastettim, yoksa bir diyetisyenden yardım alıyorum, şeker varken beslenme nasıl olmalıdır konusunda cidden bilgilenmeye başladım)
- ilk kez tatilin keyfini çıkarıyorum, henüz ayaklarımı suya değdirmiş olmasam da dinlendiğimi hissediyorum. bir şekilde arınıyorum. kendimle, bitmektükenmekbilmez iç hesaplaşmalarımla barıştım.
- elimizde seri halde game of thrones var ama kitapları okumak için nedense bekliyorum, sanki doğru zaman değilmiş gibi. beklesin, kaçmaz ya...
- bir de yüzme olimpiyatlarını izliyorum eurosportta. tek sevdiğim spor yüzme sanırım.
benden bu kadar...


p.s. image www.mycathatesyou.com gibi bir şeydi.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...