31 Aralık 2012 Pazartesi

ikibinoniki


2012 ilginç bir sene oldu bizim için. Kişisel notlarımda çok büyük mutluluklar getirirken ülke gündemine baktığımda hep tüylerim diken diken, bol bol çemkiren bir insan olmuşum.
Genele vurduğumda bu sene hayatla kavga etmeyi bıraktığımı anladım, daha da fazla huzur verdi bu bana. Evle kavga etmeyi bıraktım mesela ve ilginç bir şekilde ev kendi düzenini buldu, eskiden sağlamaya çalıştığım düzen rayına girdi.
Kafam rahat olunca izlediklerimden, okuduklarımdan daha fazla keyif almaya başladım. Sevgilime, aileme, arkadaşlarıma daha fazla zaman ayırmaya çalıştım, ne kadar becerebildim bilmiyorum ama kaliteli zaman geçirmeye çalıştım.
Fırsat buldukça fotoğraf çektim, muhteşem fotoğraflar denilemez ama bir noktadan sonra özellikle dış çekimlerde ışığı daha iyi kullanabildiğimi fark ettim.
İnternet başında geçirdiğim zamanı azalttım, diyet yapmayı reddettim bir müddet sonra, gönül rahatlığıyla yedim içtim, hepsinden keyif aldım.
Güzel diziler izledim, yine sardım tabi bir oturuşta 4-5 bölüm izledim.
Bu sene daha az not tutmuşum, onu fark ettim. Hala deli gibi defter alıyorum ama içleri daha boş.
Bu senenin son aylarını hep bebek heyecanıyla geçirdik, heyecanla anlattım kızımı hep (ki daha doğmadı bile). Yeni yıldan en büyük dileğim bebeğimizin sağlıklı olması, sağlıkla kucağımıza alabilmek.
Alışveriş aşkı boyut değiştirdi, en büyük ilgi alanım bebek kıyafetleri, emzikler, biberonlar, burun aspiratörleri filan. Durmadan araştırıyorum.

2013 de hepimiz için sağlıklı, mutlu, huzurlu, sevdiklerimizin yanında geçirebileceğimiz güzel bir yıl olsun...

9 Aralık 2012 Pazar

yağmur

Ben çocukluğumdan beri yağmuru güneşe tercih edenlerden olmuşumdur, bugün sabah 6'da uyandığımda yağıyordu, hala durmadı. Elimde bir fincan çay/kahve, balkona çıkıp çıkıp seyrediyorum. Sonra bir arkadaşım aşağıdaki resmi gönderiyor bana. bayılıyorum.
Sözün kaynağını araştırdım, Roger Miller, Bob Dylan, Bob Marley diyenler var ama kesin olarak kimin söylediği belli değil ya da ben bulamadım. her kim söylemişse kesin yağmur sevenlerden :)

kahvaltı

Pazar günleri günün en güzel öğünü kesinlikle kahvaltı.
Hele bir de sevgiliyle haftada bir gün kahvaltı yapılıyorsa daha da lezzetli oluyor.

3 Aralık 2012 Pazartesi

kısa kısa

Aylarca yazmayıp sonra çenemin düşmesi çok fena. Ufacık şeylere çok mutlu oluyorum yine. Komşumuza laf arasında acılı ekşili yiyecekleri (özellikle kısır) çok canım çekiyor demiştim, yarım saat sonra koca bir tabak kısır ve koca bir tabak ev turşusu gönderdi. Nasıl lezzetliydi anlatamam. Hala iyi insanlar var, iyi ki de var. (Annem duysa kızar komşudan alenen kısır mı istedin diye, orası ayrı ama cidden amaç o değildi:) Bir haftadır zorunlu istirahatteydim, bugün çok sıkıldım kendimi Karşıyaka çarşıya attım resmen. Amaç: bir iki parça bluz almak. Sonuç: bebeğe iki tane çilek benzeri body, bir tane pantolon ve mama önlüğü; kocaya bir kazak, iki pantolon kendime ise sadece atlet. Hamile kıyafeti satan daha fazla yer olsa Lcw'ye 10 yıl girmesem hiç aramam yemin ederim ama hem kıyafet bulmak zor hem de gereksiz bir pahalılık, sanırsın her hamile York düşesi, 200 liralık elbiselerden daha ucuzunu giymeye tenezzül bile etmez. Neyse, kıyafet bulamadan geri döndüm ama kızımın ilk kıyafetlerini de almış bulundum. Sınav haftası başladı, Anadolu lisesi tayinleri açıldı, telefon trafiği yoğunlaştı. Renkli kalemlerimle tıpış tıpış ajandayı doldurmaya başladım. Yarın 10 günden sonra ilk kez işe gideceğim ve her daim açım. Kısa kısa bu kadar bu aralar.

30 Kasım 2012 Cuma

kısa kısa sanal kitap fuarı

Artık eskisi gibi okuyamıyorum diye bu sene Idefix'in sanal kitap fuarına burun kıvırmıştım ama Gizem alacağın kitap varsa beraber alalım deyince "Emrah Serbes'in yeni kitabı çıkmıştı di mi?, en iyi elli kitaba da bakmak gerek" vb. gerekçelerle yine daldım siteye. Farkında olmadığım şey ise hormonlarımın normal çalışmadığıydı. Önce şu ajandayı gördüm. Tipini yediğim ajandaya dakikasında aşık oldum tabi.
Ondan sonra adını duyar duymaz mutlu olduğum Kış Masalları geldi. Hamilelik ve doğumla ilgili de kitap bakmak gerek bir de hediye alayım filan derken kitap sayım beşe çıktı.
Dört günlük bir bekleyişten sonra nihayet bu sabah kargomuz Gizem'e gelmiş, günün müjdesi oldu. Fotoğraflarını çekip yolladı hemen, sayesinde fotolu kitap postu yazabildim. Eski performansıma göre şaşılacak kadar az sayıda ve farklı içerikte kitaplar bunlar, olsun. Bol kitaplı, bol gezmeli güzel bir hafta sonu olsun hepimize.

20 Kasım 2012 Salı

kısa kısa

hayatımda en az kitap okuduğum döneme girdim, her kitap elimde sürüm sürüm sürünüyor ama geçerli sebeplerim var kendimce. bir aksilik çıkmazsa mayıs başında çekirdek ailemize minik bir kız bebek geliyor :) Şimdilik bana çikolata yedirmiyor, yediğim ekşili acılı yiyeceklerin haddi hesabı yok. Hayatımda ilk kez kilo alacağım derdi olmadan hapır hupur yiyorum. Onun dışında yuvarlanmaya başlayan göbeğim, 24 saat bebekten bahsedebilme kapasitem ve bunun getirdiği sıkıcılığımın yanı sıra hiç doyamadığım uykularım var.
bebek dışında okul devam ediyor, uyumaktan sosyalleşememe problemi var inceden, kimin önerisiyle başladığımı hatırlayamadığım Castle ve The Lost Room var. İzlediklerim okuduklarımdan fazla mı acaba bu aralar?

6 Kasım 2012 Salı

kendime depresif not

bazen çok içim sıkılıyor. bugün de öyle günlerden biri. buraya da not düşelim olsun bitsin.

3 Eylül 2012 Pazartesi

once upon a time...

Yazıya nasıl başlayacağımı bilemedim aslında, uzun süredir izleyeyim dediğim halde hep ertelediğim dizilerden biriydi "once upon a time". Masalların dizi hali derseniz insanın eli gitmiyor işte ama izlediğim zaman bayıldım. Kurgu fena değil, bazı oyunculuklar orta halli olsa da ortalama genel olarak çok iyi. Mekan/atmosfer/dekor vs çok başarılı. Bundan sonrası çok ciddi spoiler içerecek, benden söylemesi :)
Hikaye bildiğimiz "Pamuk Prenses" hikayesiyle başlıyor ve her bölümde masallar çeşitlilik gösterse de Pamuk Prenses ve ekürisi baki kalıyor. hikaye masal diyarı ve bizim dünyamız olmak üzereiki farklı evrende geçtiği için karakterlerin hem modern hem de masaldaki halini görebiliyoruz yalnız haklarını yememek gerek, geçişler cidden başarılı olmuş. Karakterlere gelirsek;
En baba karakter Rumpelstiltskin nam-ı diğer Mr. Gold'du. o ne katmanlı bir kişiliktir kardeşim, kötülüğün içinden iyilik, iyiliğin içinden kötülük çıkıyor, tam körolasıca herif derken onun için oturup ağlıyorsun filan. Karakteri canlandıran oyuncu (Robert Carlyle) cidden alkışı hak ediyor, anti kahraman olmasına rağmen dizide en sevdiğim karakter oldu. Bu arada bazı halleri cidden Gollum'u anımsatıyor, yoksa bana mı öyle geldi?
İşte, yukarıdaki hatun da Snow White, karakterlerin çarpıtılmışı belki. Masala göre yağan kar yüzünden bembeyaz cildi, kömür gibi gözleri ve annesinin eline iğne batması sonucu akan kan gibi kırmızı yanaklı hatun. Masalda masumiyet, temizlik, duruluk gibi bütün güzel meziyetler yüklenmiş genç kızımız burada yeri geldiğinde hırsızlık yapan, yeri geldiğinde eline kılıcı alıp savaşan bir hatun olmuş, yine iyi niyetli lakin o kadar saf değil. Gerçek hayattaki halinde ise mulis bir sınıf öğretmeni olmuş, şaşırtıcı.
veeee
olmazsa olmazımız kötü kalpli kraliçe, meğer ne kadar farklıymış hikayenin ötesindekiler. Hikaye bilinenin dışında gelişse de yine de kötülük, hasetlikten geri durmuyor, o veya bu şekilde kendisi de meşhur aynası da hikayede.
Diziyi ve hikayeyi başlatan karakterler Emma ve Henry. Emma Pamuk Prenses ve Prensin kızı, kraliçenin hiddetinden dolayı bu dünyaya gönderilmiş, Henry ise onun oğlu, evlatlık vermiş ama çocuk onu buluyor bir şekilde ve masal diyarının üzerindeki lanetin kalkması için Storybrook'a getiriyor. Emma karakterini oynayan kızı hala sevmiyorum orası ayrı ama o velet yok mu, Henry, dizideki en aklı başındaki karakter, bu rol için başka çocuk olmazdı sanki.
Prince charming, nam-ı diğer Beyaz atlı prens, masalda çok yakışıklı ama gerçek hayatta ona verilen rolden dolayı biraz kaypak bir adam. Ana karakterler dışında pek çok karakter var aslında. Misal Kırmızı Başlıklı Kız, Alice'teki şapkacı, Hansel&Gretel, Cindrella, Jiminy Cricket, Pinokyo ve Geppeto. Hepsi hikayenin ve gidişatın içine çok güzel yedirildiği için hiçbiri absürd durmuyor.
Dizi, Lost'un yapımcılarından diye lanse edildi ki öyleymiş, Lost'a pek çok gönderme vardı, hatta bazı geçişler, efektler inanılmaz Lost'u anımsatıyordu. Lost'tan tanıdığımız bazı oyuncular da diziye zaman zaman konuk oldular, Claire, Penny'nin babası filan. Yanlış hatırlamıyorsam çikolata markası Apollo, kapı numarası 108, Emma'nın soyadının Swan olması (Kuğu istasyonu), saatin 8:15'te takılı kalması filan hep Lost'a gönderme. Neyse sonu benzemesin diyorum ve bu bol resimli mecmua yazısını sonlandırıyorum.

28 Ağustos 2012 Salı

kısa kısa

kahveyi bırakmaya çalışıyorum, sevdiğim her şeyi abartarak, uçlarda sevdiğim için kahveye manyaklar gibi bağlıydım. ayılma kahvesi, keyif kahvesi, ıncık cıncık diyerek çeşitli kulplar takarak içiyordum işte, bırakamasam da azalttım, şimdi her gün bir Türk kahvesi iki tane de lipton zencefil limon içiyorum. tadı çok güzel.
gece ya uyuyamıyorum ya da uyuduktan 2-3 saat sonra zombi gibi uyanıyorum. Bu garip uyku düzeni bizim Conconlara yaradı, her sabah 6:30-7:00 arası sabah yürüyüşü yapıyoruz üçümüz. araçlar trafiğe çıkmadan, etraf kalabalıklaşmadan. Sabahları o kadar güzel kokuyor ki mahallemiz, iyi ki buraya taşınmışız diyorum. yolun sonunda fırından bir simit alıyoruz, eve gelip bol domatesli, maydonozlu, peynirli, zeytinli kahvaltı yapıyorum ve hayret ki bir simiti bitiremiyorum çoğu zaman. Kahvaltı demişken bu sene über domestik ev kadını oldum ben sanırım. Balkonun en güneş alan yerinde domates kurutuyorum, biberlerim kurumak üzere filan. domatesler kururken salça gibi kokuyorlar. bir de reçel yaptım, hem vişne hem kayısı. iki kavanozcuk oldular sadece ama ben yaptım diye böbürleniyorum yine de.
Himym'ın çekimleri başlamış, 24 Eylül'de başlayacak, çok ara verdikleri ve eksenden çıktıkları için çok eleştirilse de ben yine de heyecanla bekliyorum. her sene heyecanla Eylül'ü beklediğim gibi.Bu sene heyecan biraz daha az tabi, sistem belirsiz, ürküyorum. belirsizlikleri sevmiyorum, çocukların kobay olması hiç hoşuma gitmiyor, fazlasıyla endişeliyim. ... ama yine de Eylül gelsin, yanında bol yağmurla...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

the five year engagement

malum bu aralar boş vaktim çoktu, gerekli gereksiz her kitabı okuma, her filmi izleme özgürlüğü veriyor bu kadar boş vakit. ben de fırsattan istifade "the five year engagement"ı izledim.işte afişi de budur.
başrollerini Jason Segel ve Emily Blunt paylaşmış, romantik komedi izleyeyim diye düşünüyorsanız aman bulaşmayın, filmin yaklaşık 30-40 dakikası oldukça depresifti hatta karanlık bile diyebiliriz. Resmen üstlerine mutsuzluk yağdı. Oysa filmin başı öyle miydi?
Filmin başı ve sonu gayet romantikti ancak komedi anlayışı hala garip sesler çıkarmak ve bilumum sakarlıklar olan filmler nedense beni hiç güldürmüyor. Bu filmde de sakarlık bolca işlenmişti tahmin edersiniz. Ancaaak "elmo" ve "cookie monster" sesiyle hem etraftaki veledi güldüren hem de ilişkiyi irdeleyen konuşmasıyla emily blunt ve kızkardeşi rolündeki oyuncu, garip seslerle ilgili önyargımı kırdı biraz. filmi izlemeseniz bile o sahneyi bulup izleyin.
Sonuç olarak hiç haddim olmayarak filme on üzerinden beş veriyorum, kalk daha iyisini çek deseniz çekemem orası ayrı. Filmi cidden boş vaktiniz çoksa öneririm. p.s. film aşırı uzun, yaklaşık 2 saat 15 dakika sürüyor.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

tatil

Bazen kafayı boşaltmak gerek her şeyden önce, en önemlisi bu. Bu yaz tatilinin başında tüm listelerimi bıraktım, tek derdim kafama göre tatil yapmaktı. Canım istedi saatlerce evde oturdum, uyudum, kitap okudum, canım istediğinde yemek yaptım, çıktım dolaştım ya da yüzmeye gittim. plansız programsız olmak cidden iyi geldi.
Düğün dernek sebeplerinden önce Antalya'ya ardından İstanbul'a gittim. Antalya hep aynı, hep huzur dolu. Aile neredeyse huzur orası diye kazımışım beynime, iyi ki de kazımışım. İstanbul tam bir hengame ama benim en sevdiğimden. Koştur koştur düğün telaşları, çekim için Kuzguncuk'a gitmemiz (daha ne kadar mutlu olabilirim ki), her detayda ayrı bir mutluluk sebebi bulmam, bir filmden çıkmışçasına keyifli geçen yemekler, dostlarımız, tekrar bir araya gelmek. Sen zaten senede bir geliyorsun diyerek beni şımartan arkadaşlarım var benim. çok şükür.
İzmir'e dönüş, hep biraz buruk ama çok özlemişim sevgilimi. Evimiz, misafirlerimiz, tüp olmadığı içinde fırında pişen dolmalar, gırgır, kahkaha, geç kesilen doğum günü pastası. O an huzurlu olduğumu hatırlıyorum.
Arkadaşların ardından eski albümleri karıştırdım biraz. Ne çok dost biriktirmişim, ne çok anı. Hayat akıp gidiyor mu diye sormayı bıraktım bu aralar, akıp gitmiyor, güzel geçiyor işte. Her an kıymetli.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

kısa kısa

Merhaba, o kadar uzun süredir yazmadım ki sanki başka bir bloga yazıyor gibi yabancılaşmışım Kuşkucu Somon'uma. Bu aralar böyle, sanki uzun süredir blogu olanların hepsi böyle, kimseden ses seda yok. 1 temmuz itibarıyla tatildeyim. Tatil dediysem de güneş, deniz, kumsal filan değil, nişan, kına, düğün üçlemesinden henüz kafamı kaldıramadım. Tüm arkadaşlarımın bu sene evleneceği tuttu, ters psikoloji olsa gerek, kısıtlı zaman, düğünümüzü araya sıkıştıralım. tamam sıkıştıralım.
Geçen hafta Antalya'dan babam geldi, bende bir bayram havası. yaş ilerledikçe daha çok özlüyorum babamı. Oturduk, yemek yedik, dertleştik, o gecenin sabahı geri döndüler Antalya'ya. Beni taksiye bindirirken taksiciyi tembihledi yine, eve girene kadar kapıda bekleyin lütfen diye. 30 yaşına gelsem de hala çocuğum babamın gözünde.
babamın geldiği gün bol bol fotoğraf çektim, Karşıyaka'da gün batımından az önce.
bir de ilk panoramik çekimim, ışıktan dolayı hatalı ama ben sevdim.
tatil planı yok mu derseniz vaaar, ama yine bol düğünlü çalgılı çengili. Çarşamba günü Antalya'ya gidiyorum, pazar sabahı ise erkenden İstanbul'a geçeceğim. Salı sabahı İzmirdeyiz, Duygu da bizimle geleceği için o haftasonu Şirince'ye gidiyoruz.
Son olarak artık kafelere 9 lira bayıp frozen içmek yok, ben evde yapabiliyorum. yukarıdaki görselde ilk denemem, nane limon, ama sonrasında karpuz-nane-limon ve kavun-nane-limon karışımlarını denedim. ilk yaptığım çok keskindi. Şekersiz olsun diye çok uğraştım ama koca bir dilim karpuzdaki şekeri düşününce çok da şekersiz olmadı. ilk denemem orta halli olsa da sonrakiler oldukça başarılı oldu. Yapmak isterseniz bir ince dilim karpuz, yarım limon, 5-6 yaprak nane, bool buz, çok az suyu blenderdan geçiriyorsunuz. eskiden meybuz vardı, hah, onun hafif erimiş kıvamına gelinceye kadar blender çalışacak. afiyet şeker olsun.

24 Haziran 2012 Pazar

Fotoğraf meselesi

facebook'ta paylaşılan fotoğraflarda cidden bir sınırlama olmalı çünkü bazı insanlar ölçüp tartamıyor neyin paylaşılacağını. Bu yazıyı toplamda 2 saat 15 dakika süren pikniğimizi 151 fotoğraf çekerek taçlandıran öğrencime ithaf edip çemkirmeye başlıyorum. öncelikle, gezi fotograflarına bir lafım olmadığını belirteyim, lakin, düğün, balayı, sevgiliyle özel anlar konulu fotoğraflarda biraz ayar biraz ölçü diyorum. isim vermeyeyim ama bundan 3 sene önce bir arkadaşım evlendi (aynı sene evlendiğimiz için bu kadar net konuşabiliyorum), düğün dernek fotoğrafları tamam ama bu balayı diye bir klasör açmış, ilk fotoğraf balayı yatakları, üstünde gül yaprakları, havludan yapılmış kuğular kalpler filan var, bizimki de süzülmüş yatağın kenarına. Fotoğrafı gördüğümde şok olmuştum, bu kadar özel paylaşılmalı mı diye. tee ortaokuldan bir arkadaşım var mesela, çok zengin bir ailenin kızı ama karakter ve tarz olarak bir adet Şahika Koçarslanlı kendisi. o zaman da öyleydi, hala öyle. şimdi bu spor salonunda, üzerinde kadife bir eşofman var, üzerinde payetler ama bizimki kan ter içinde. kadife eşofman ve üzerindeki pullar payetleri gördüğüm anda ortaokul yıllarıma döndüm tabi. bir de bebek fotografları paylaşımı var, gerçekten anı olarak paylaşılabilecek bir iki fotoğrafla işi kapatanları takdir ediyorum ancaaaaaak, bebeğin banyosu için bile 75 fotoğraf ekleyen kesim, bizımla deyilsıniz. Tabi ki sana ne kardeşim, bu kadar çemkireceğine inceleme fotoğrafları diyen de çıkacaktır ama bir banyo sefası klasöründe nasıl 75 fotograf olur merak ediyorum. Gördüğünüz üzere bastıran sıcaklarla pelte olmuş beynim çemkirecek yer arıyor.

12 Haziran 2012 Salı

9 Haziran 2012 Cumartesi

Bazen

bunların hepsini yapıp jackass olmak istemiyor değilim.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Bir kitap fuarının ardından...

Biz geçen cuma bütün kızlar artı bir Özgür toplanıp kitap fuarına gittik, daha doğrusu biz kızlar olarak gittik, Özgür bizi orada buldu. Serkan olayın vehametini öngörüp paramızı dikkatli harca hayatım diye uyarmaya çalıştı ama ben bir adet Tazmanya canavarına dönüşmüştüm bile. Bakınız ganimetlerim bunlar.
Söylemezsem olmaz, fuar inanılmaz kalabalıktı, okullar gruplar halinde öğrencileri getirmişler. İçeri girer girmez bir sürprizle karşılaştık, Çocukluğumuzun yazarı Muzaffer İzgü'nün imza günü vardı, hemen sıraya girdik, imzamızı aldık. (kitap "Zıkkımın Kökü")
Artemis inanılmaz kalabalıktı. Çok oyalanmadan alacaklarımızı aldık. Hugo Cabret'e bayıldım bu arada.
Esas hedefimiz Domingo'ydu, işte insanlıktan çıktığım an da buydu. Bu noktadan sonra Özgür kitapları taşımama yardım etti.
Metis
Sanırım en çok oyalandığım stand Ayrıntı'ydı. Mesela Koleksiyoncu'yu okuduğum halde seriyi tamamlamak için aldım. Daha alacaklarım vardı ama ayırdığım bütçe bitmek üzereydi, üç tane kitabı gözüme kestirdim.
Bilgilendirici kitaplar, doğrusu bir edebiyat mezunu olarak buradaki dedikoduların çoğunu duymuştum ben. Yine Domingo.
Ben ve 18 adet kitabım eve sağ salim vardık. Emeği geçen ve benim canavarlığıma şahit olan Gizem'e buradan teşekkürü borç bilirim. (bunu yazmam için hiçbir baskı görmedim, yooo)

12 Nisan 2012 Perşembe

Katalin Sokağı

Yazarın adını daha önce kitap bloglarında duymuş, ancak önerilen kitabına (Iza'nın şarkısı) denk gelememiştim. Katalin Sokağı'nı görünce hemen aldım ve bitene kadar da elimden bırakamadım.
her insanın ömrü boyunca payına, ölürken çığlığında ismini haykırabileceği sadece bir kişi düşer
*********************************** spoiler *************************************************** Hikaye, 1937 yılında 2. dünya savaşı döneminde başlıyor ve yaklaşık kırk yıllık bir zamanı kapsayarak Budapeşte'de aynı sokakta oturan ve oldukça yakın olan üç ailenin başından geçenleri anlatıyor. İçinde bolca ölüm, hüzün, yokluk ve acı var ama Szabo öyle kıvrak hamleler yapmış ki hüzünle mutluluk, kıskançlıkla aşk, varlıkla yokluk el ele dans ederek gözlerinizin önünden akıp geçiyor. Okurken Henriett'e üzülmemek, İren ve Balint'e şaşırmamak elde değil. (Anlatıcı arada değiştiği için ben ilk başlarda hikayeden biraz kopmuştum ama bazı şeyler yavaş yavaş aydınlandığında hikayeye dört elle sarıldım.) Kitabın bence en sürprizli karakteri Blanka'ydı, hem sevip hem nefret ettiğimiz o muhteşem karakterlerdendi. Aslında çocukluğundan itibaren anlatılanlara bakılırsa yaptıkları çok şaşırtıcı değildi ama yazar cidden çok ince bir çizgide karakteri götürdüğü için zaman zaman kızdığım halde hep acıdım kızcağıza ve en çok da onu sevdim. Bir ara kurguyla gerçeklik birbirinin içine iyice girdi, utanmasam oturup ağlayacaktım. İkinci dünya savaşı dönemini anlattığı için ailelerin, evlerin, sokakların dağılmaması, yok olmaması imkansızdı tabi ama yine de hikayenin o kadar çok içindeydim ki Katalin sokağı yavaş yavaş dağılmaya başladığında sanki kendi mahallem dağılıyormuş gibi hissettim, kötü haberi aldığında Henriett'in elini tutup onunla beraber ağlamak istedim, İren'in nişanında onun kadar heyecanlanıp aynı günün gecesinde üzüntüsünü paylaşmak istedim. ********************spoiler ************************* Anlayacağınız üzere ben bu kitabı pek beğendim. Muhtemelen şu anki bahar depresyonumla da alakalı olabilir ama bir şans verilmeye değer diye düşünüyorum. Bir alıntıyla bitiriyorum.
O anın eninde sonunda gelip çatacağını biliyordu, ama yine de beklediğinden daha başka bir zamanda, daha başka bir şekilde ve düşündüğünden daha az dramatik bir şekilde yaşanmıştı.O anın yaşanacağını hep biliyordu. Üzerinde konuşulmasa bile bunun olacağından emindi. Onu şaşırtan diğerlerinin bunu fark edememesiydi.

27 Mart 2012 Salı

kısa kısa

Cidden çok sıkıcı bir insanım onu anladım. Yazdığım üç yazıdan birinin başlığı kısa kısa ama sonra dönüp baktığımda hatırlayamayacağım şeyleri not alıyorum buraya. Misal yıllar sonra girdiğim And. Lisesi sınavından 84 aldım, çalışmadan girilen bir sınava göre fena değil bence. Bir öğrencimin dediği gibi "afferim" bana. Bugün diyetisyenime geri döndüm, adamın en umutsuz hastası benim sanırım, iki ay diyet yapıp üç ay ara veren birinden ne beklesin ki. Ayrıcaaaa bugün kendisinin ekşi sözlük yazarı olduğunu da gördüm ya artık ölsem de gam yemem.
Sanırım Hollanda'da yukarıdaki bar, görünce pek hoşuma gitti. Biliyorum artık eskisi gibi değil himym ama yine de... P.s. sağ alt köşedeki robotu da görmedim sanmayın.
Bu da Gülinciğimin pinterest'inden yürüttüğüm foto, işte benim cennetim burası.
Her isim bu kanunları yazıp uygulatamaz deyip bir daha saygı duyuyorum Türkan Şoray'a.
Güney bir yaşına girdi demiş miydim?

18 Mart 2012 Pazar

ninni

Bu hafta kitap kulübümüzde Lullaby'ı (Ninni) tartışacağız. Chuck abimiz yine popüler kültüre, batıl inançlara/takıntılara inceden ayarını verip bitirmiş kitabı. öneririm.

25 Şubat 2012 Cumartesi

IQ84

“According to Chekhov,” Tamaru said, rising from his chair, “once a gun appears in a story, it has to be fired.” “Meaning what?” Tamaru stood facing Aomame directly. He was only an inch or two taller than she was. “Meaning don’t bring unnecessary props into a story. If a pistol appears, it has to be fired at some point. Chekhov liked to write stories that did away with all useless ornamentation.”
IQ84, yıllarca beklemenin de etkisiyle çok yüksek beklentilerle başladığım bir kitaptı. ilk kitapta (üç kitaplık bir seri) karakterleri tanıtma telaşı, olağan Murakami durağanlığı, hikayenin ite kaka gitmesi açıkçası beni biraz hayal kırıklığına uğrattı ancak ikinci kitaptan itibaren hikaye güzelleşmeye, anlatım akıcılaşmaya başladı. Üçüncü kitabı ise soluksuz okudum desem yalan olmaz sanırım.
Hikayedeki ana karakterler Tengo ve Aomame. Tengo yazar ve matematik öğretmeni ayrıca alanında (ya da her alanda) çok başarılı bir adam. bir nevi başarı timsali. Aomame, spor eğitmeni(ve profesyonel katil), dindar bir ailenin çocuğu. İkisi de küçük yaşlarda aileleriyle bağlarını koparmışlar ve kendi hayatlarını kurmuşlar. tabi en önemli özellikleri, beraber ilkokula gitmeleri ve platonik olarak birbirine aşık olup yıllarca birbirlerini unutamamaları ki bu bence Murakami'nin en zayıf noktası. Hikayeye romantizm katmak isterken birazcık romansa kaçan bir tarza kapılmış. kitap Fuka-Eri adlı kızımızın mistik-fantastik genreda yazdığı air chrysalis hikayesinin tekrar yazılması için Tengo'ya verilmesiyle seyrini buluyor. hikayeyi ilk başta öğrenemesek de Fuka-Eri'nin dislektik olduğu dolayısıyla da konuşmada ve yazmada problemleri olduğunu öğreniyoruz. Fuka Eri'yle birlikte hikayeye mistisizm, Sakikage tarikatı ve tabi meşhur ikinci ay giriyor ve hikaye sürreal bir şekilde ilerlemeye başlıyor. Murakami hikayede yoğun bir şekilde semboller kullanmış. birinci ayın uydusu gibi ortaya çıkan ikinci ay, paralel evren, patlamayan silah, hamilelik ve ağzın içinden çıkan küçük insanlar gibi. ayrıca başta 1984 olmak üzere pek çok edebi esere göndermeler yapılmış.
Paralel evren işin içine girince gerçek ve gerçeküstü de tartışmasız hikayenin içinde kendine yer edinmiş. “After you do something like that, the everyday look of things might seem to change a little. Things may look different to you than they did before. But don’t let appearances fool you. There’s always one one reality.”
Kitabın içinde Town of cats diye muhteşem bir hikaye var ki kitap okunmasa da o hikaye okunmalı bence. Toparlamak gerekirse, kitap başta sıkıcı başlasa da giderek artan bir tempoyla ilerliyor. Yan karakterler Fuka Eri, Kamatsu, Ayumi, Dowager, Tamaru ve tabi ki Ushikawa inanılmaz başarılı resmedilmiş ve hikayeyi çok güzel tamamlamışlar. Mistisizm ve surrealizm dozu bu kitapta biraz artırılmış. her kitapta olan kahve, kedi, bar, Oedipus/Elektra kompleksli ana karakterler ve bir tema şarkısı (Sinfionetta) tabi ki unutulmamış ayrıca Murakami genç kız sever tezimizi doğrulayacak sahneler de var. Sanki birazcık tüm kitaplarının derlemesi olmuş gibi. Yakın zamanda bir Murakami kitabı okuduysanız çok da önermem ama okumadıysanız buyrun, 930 sayfa emrinize amade. Son olarak.... "It is the place where he is meant to be lost. It is another world, which has been prepared especially for him. And never again, for all eternity, will the train stop at this station to take him back to the world he came from."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...