28 Şubat 2011 Pazartesi

diyetsel konular, biraz özeleştiri yapma vakti

6 aydır diyet muhabbetini dilime doladım, hatta parama kıyıp oldukça meşhur bir diyetisyene bile gittim ama sonuç malesef istediğim gibi olmadı. bunun da tek sebebi ben ve bitmeztükenmez bahanelerim.
1. sabah çok erken kalkıyorum bahanesi sabah kahvaltıları evde hazırlaması oldukça kolay olan tost değil de 1 simit ve peynir oldu.
2. diyetin ilk iki ayından sonra eski halime dönüp her gün çikolata yemeye devam ettim, tamam çok büyük oranlarda değil belki ama az ya da çok her gün vücuduma yapay şeker girdi.
3. spor: Esra'yla konuştukça spor daha da önem kazanıyor ama ben sevmediğim için sürekli erteliyorum. şu an parası ödenmiş 15 seanslık power plate'im beni bekliyor ama ben totoyu kaldırıp ona bile gidemiyorum.
4. öğünleri ve porsiyonları stabil tutmaya çalıştım, diyete ara verdiğim dönemde bile sabzeler hep bir çorba kaşığı yağ ile pişti ve öğünde 5-6 kaşık arası tüketmeye gayret ettim. bir dönem çok cozutup hamurişine yüklendim ama artık onları da çok azalttım.
5. en büyük hatalarımdan biri de gündüz uykusu oldu. Gündüz uykusuna yüklendiğim dönemde cidden kilo vermem durdu. Azaltmaya çalışıyorum.
6. kahve, bir dönem bırakmıştım ama yine çok içmeye başladım. bir de sütlü değil kremalı içitiğim için gizli kalorilerim geliyor.

bu değerlendirmenin ardından toparlamak gerekirse toplamda 8 kilo vermiştim ama ara verdiğim dönemde 1.800 gr'ını geri aldım. az spor yaptım, yoğurt yeme alışkanlığı kazandım. yemekleri salata vb çiğ sebzelerle tüketirsek eğer, emiliminin yavaşladığını ve daha uzun süre tok kaldığımızı öğrendim. ara öğünleri atlamamaya gayret ettim. bakalım kasım ayına kadar nasıl sonuçlar alacağım.

içki manifestosu

%100 katıldığım bir manifesto, http://ickimanifestosu.blogspot.com/2011/01/icki-manifestosu.html 'e tıklanarak ulaşılabilir.

Sayın Başbakanım,
Basında yer alan içki yasakları haberleri nedeniyle hazırlamaya başladığımız bu manifestonun konusunu, 2011 Türkiye’sinde yaşanan “sosyal hayata yapılan müdahaleler” oluşturmaktadır.


Bizler kim miyiz?

Biz yan dairedeki komşunuzuz, biz bakkaldaki çırağız, biz üniversite öğrencisiyiz, biz vergisini kuruşu kuruşuna veren çalışanlarız, biz devletin memuruyuz, biz doktoruz, biz öğretmeniz, biz kesinlikle nedeni içkiden olmayan işsiziz, biz restoran sahibiyiz, biz çiftçiyiz, biz fabrikatörüz, biz akademisyeniz, biz reklamcıyız, biz asker çocuğuyuz, kısacası biz bu ülkenin dünü, bugünü ve geleceğiyiz. Ve biz içki içmeyi seviyoruz. Ama biz bugüne kadar bunu söylemeyi gerekli görmemiştik. Ama şimdi son derece gerekli görüyoruz ve sıralıyoruz:

1.Bizler, her türlü özgürlüğü kısıtlayıcı müdahaleye karşıyız.

2.Bizler, ikiyüzlü demokrasiye karşıyız.

3.Biz “aslı olmayan korkular cumhuriyeti” yaratmaya çalışanlara karşıyız.

4.Biz, topluma karşı sorumlu birey yetiştirmenin yasaklardan geçmediğine inanıyoruz.

5.Biz, bu tip konularda başkasından koruma istemiyoruz; hepimizin kendini koruyabilecek bilinçli bireyler olduğunu biliyoruz.

6.Bir toplumu güzel kılan şeyin farklılıklar olduğuna inanıyoruz.

7.Bizler, demokrasiye inanıyoruz.

8.Bizler, yasakların ileride daha vahim sonuçlar doğuracağına inanıyoruz.

9.Biz, “içki seviyoruz” deme zorunluluğu hissetmeden içki içmek istiyoruz.

10.Biz, bu yüzden alkolik, serseri, işe yaramaz olarak yaftalanmak istemiyoruz.

11.Bizler her medeni toplumdaki medeni insanlar gibi içkinin keyifli anlarımıza eşlik etmesinden hoşlanıyoruz.

12.İçkinin bir amaç değil araç olduğunu düşünüyoruz.

13.Bizler çocukların ve 18 yaşından küçük gençlerin içki ve sigara içmelerine kesinlikle karşıyız.

14.Biz 18 yaşında gençlerin silah kullanmasına da karşıyız.

15.Biz bugüne kadar 18-24 yaş arası TC gençleri nasıl yaşadıysa öyle yaşamak; hatta daha da özgür bir ortamda yaşamak istiyoruz. Fakat özgürlüklerin sınırlarına da inanıyoruz.

16.Biz gençken eğlenmek, yaratmak, etkilenmek istiyoruz. Bunun da gelecekte daha sağlıklı, sosyal hayatında ayakları yere daha sağlam basan bireyler yetiştireceğine inanıyoruz.

17.Biz, gece hayatını seviyoruz.

18.Biz, gece hayatını sadece alkol ve cinsel içerikli olarak gören zihniyete karşıyız.

19.Biz bir konsere gitmenin, müzik dinlemenin, insan için geliştirici etkinlikler olduğunu düşünüyoruz.

20.Biz, bir konser dinlerken, notalara bir kadeh de içki eşlik etsin istiyoruz.

21.Biz, dünya starlarını görmek istiyor, bu konuda Dünya’dan geri kalmak istemiyoruz.

22.Biz, tüm çağdaş memleketlerin gençleri gibi kendimizi en özgür hissettiğimiz müzik festivallerine katılmak istiyoruz.

23.Biz, sanatçıların eserlerinin tanıtılması için çaba harcayan sanat galerilerin gala davetlerinde, bir kadeh içki alıp eserleri seyre dalmak istiyoruz.

24.Bizler, 40 yıllık bakkalımızdan 40 yıldır olduğu gibi içkimizi almak istiyoruz.

25.Bizler, düğünlerimizde sevincimizi paylaşan misafirlerimizle şerefe kadeh kaldırmak istiyoruz.

26.Biz, binlerce medeniyete ev sahipliği yapmış bu topraklara gelen turistlere, yine binlerce yıllık kültürümüzde var olan rakı-balık-meze, şarap-yemek uyumlarını en iyi anlatabileceğimiz görselleri sunmak, binlerce yıllık kültürümüzü anlatabilmek istiyoruz.

27.Biz, sevdiğimizle bir deniz ya da orman manzarasına bakarak ya da mehtabı batırarak kadeh tokuşturmak istiyoruz.

28.Biz, dini inançlarımızın ve sorumluluklarımızın sadece bizim meselemiz olduğunu düşünüyoruz.

29.Biz, tabii ki başkasının özgürlüğüne zarar vermeden özgür olmak istiyoruz.

30.Biz, bu hayatı kutlamak istiyoruz.

"Bu mektup/manifesto benim, bizim, onların değil destekleyen herkesindir! Eğer sen de desteklemek istiyorsan; bu yazıyı kendi facebook hesabında, blogunda, ya da nerede istersen orada yayınla.

Biz sesimizin hep birlikte daha güçlü çıkacağına inanıyor ve başbakanımızın söylediği gibi sadece %58'in değil geriye kalan %42'nin de Başbakanı olduğunu göstererek bu yazıyı dikkate alacağını umuyoruz! Hem belki %58’in içinde de bu manifestoyu destekleyenler vardır? Kim bilir…

Saygılarımızla,
Bir Grup Blogger!

27 Şubat 2011 Pazar

pek diyetsel konular

blog sahibesi ani bir kararla tekrar spora ve diyete başlamıştır. Diyet hanım buna "sağlıklı yaşam biçimi", babası "kızım hala irisin, çabuk pes etme", kocası ise "seni nutella yerken ben yakalıyorum biliyorsun di mi?" demiştir. Köpekleri ise o yediğin tostu paylaşmazsan bozuşuruz bakışını atarken blog sahibesi "size dolu dolu kuru mama veriyorum hem de biftekli gidin onu yiyin, sonra yürüyüşe çıkacağız" bakışıyla karşılık vermiştir.

25 Şubat 2011 Cuma

öğrencilerim

- öğrencilerim yarısı Oğuzhan Koç'a / Justin Bieber'a, diğer yarısı ise Hadise'ye aşık. Yarebbim!!!!
- aşık oldukları ünlüler hariç kendi aralarında Kavak Yelleri'ni aratmayacak bir ilişkiler silsilesi var. hepsi gelip birbirlerini itinayla ispiyonladıkları için magazin gazetecisi gibiyim.
- %70'i sabah evde kahvaltı yapmaktansa okuldaki pis tostu yemeyi tercih ediyorlar, çok kuuulmuş.
- çoğunun evde ders çalışmak için ayrı bir odaları yok, ama hepsi internet kafeye gidip harçlıklarını orada harcamayı seviyorlar. sanırım Metin2 diye bir oyun oynuyorlar. Facebook hesapları da var ve ergen psikolojisiyle bütün arabeskvari depresif şarkıları ve o an onlara çok romantik gelen bayık şiirleri paylaşıyorlar.
- ödevini tenefüste yapan bir çoğunluk var, ben onlara topuksuz yumurta diyorum, anlamıyorlar.
- çoğu çaya aşırı düşkün, küçücük çocukların elinde kaynar çayı her gördüğümde yüreğim ağzıma geliyor.
- bir de hava güzelken bahçeye çıkmayıp yağmurlu havalarda ıslak zemine basıp kaymayı ve düşmeyi seviyorlar, anlayamıyorum. güneşli havalarda dışarı çıkarmaya uğraştığımız çocukları yağmurda içeri sokana kadar canımız çıkıyor.
- ayrıca zil her çaldığında göbek atan bir güruh var ki evlere şenlik. o grup onları düğünüme davet etmediğim için bana küsmüşlerdi, eklemeye gerek yok tabi.
- şu an en çok ilgilerini çeken şey ne 4 ay sonraki sbs ne de yaklaşan sınavlar, projeler. 23 nisandan bir hafta önce yapılacak dans yarışmasına harıl harıl çalışıyorlar.

benim öğrencilerim komik, kendi kendilerine eğlenebilen, dersi sevmese bile hayatı seven çocuklar. bu kuzucukları çok seviyorum...

dilek ağacı

pek çok kültürde dilek ağaçları ve onlara bağlanan umutlar var. bizim kültürümüzde ise çaputunu kapan ağaca bağlayıp dileğini diler. Kimine sağlık, mutluluk, huzur, kimine yıllarca bulamadığı kocayı getirir. ben de nedense bu ağaca bağlanan çaputları çok seviyorum, tamam ağaca çaput bağladım diye dileğim olmaz biliyorum ama görsel doyum sağlıyor sanırım. (ben ve inandığım hurafeler series vol. 2375)

işte ben de dün bir dilek ağacı buldum, üzerimde taşıyabileceğim türden hem de.
eh dedim, o zaman her renk için bir minik dilek...
Not: ftograf için üzgünüm, benden iyi fotoğraf çıkmıyor, üşeniyorum ışığı ayarlamaya.
not 2: grafik görseli çok önce kaydetmişim, malesef kaynağını bilmiyorum ama 2. görsel www.mizahvecizgi.com'dan, üstelik tüm dilekler özgürlüğe atılmış düğümlermiş.

24 Şubat 2011 Perşembe

just for the record

bilmiyorum başkalarında da oluyor mu ama ben yatıyorum deyip kalkmamla yatağa girmem arasında nasıl tam bir saat oluyor bir türlü anlayamıyorum. neler mi yapıyorum ?
- kalkıp salonda tükettiğimiz yiyecek içeceklerin boşlarını mutfağa götürme, bulaşıkları makinaya yerleştirip çöpleri toparlama, sabah atılmak üzere poşeti kapıya yakın bir yere götürme.
- banyoya uğrayıp, diş fırçalama-yüz temizleme, kıvırcık saçlarımı az biraz düzeltme işleri
- ertesi gün giyeceğim kıyafetleri hazırlama, gerekirse ütüleme
- aklıma gelmişken ayakkabı seçmek için tekrar koridora dönüp ayakkabılara şapşal şapşal 10 dakika bakma
- ayakkabı seçildikten sonra uygun çantayı bulup içindekileri transfer etme
- giyeceğim kıyafete göre yapılacak makyaj için uygun malzemeleri banyoya dizme
- bu arada hadi oyalanma da yat diyen sevgiliye laf yetiştirmece
- saati kurmak, yatmadan önce çarşafın bozulan yerlerini tekrar düzeltme
- odayı havalandırıp uyku pijamalarını giyme
- okunacak kitabı yastığın yanına bırakma, o arada diyette olduğunu hatırlayıp sabah için sandviç hazırlamak için tekrar mutfağa girme
- tekrar hadi hatun uyu sabah uyanamıyorsun diyen sevgiliye laf yetiştirmece
- kahve için kettle'a su koyup kahveyi fincana koyma (sabah sabah bir de kahve koymakla uğraşmamayayım diye)
- ara öğünde meyve de olsun diye resmen beslenme çantası hazırlama
- en nihayetinde yatağa gidip kitap okuma

sabah ise bir türlü uyanamayıp o sersemlikle ilk bulduğun kıyafeti giyip makyajı, beslenme çantasını unutan, bu ayakkabıyla çanta kıyafete hiç uymadı diye söylenen bir hatun. cidden salağım ben!

22 Şubat 2011 Salı

öğrenci evi

dün akşam (ehem ehem, aslında şimdi, ama bu post otomatiğe alınıp yarın öğlen yayınlanacak, tıpkı bir önceki gibi) eski resimlere bakarken şu meşhuuur öğrenci evimizin bir kaç fotoğrafını buldum. Evden çıkarken tüm evi boyatıp çıkmıştık, onu da belirteyim. işte orda kendi küçük dünyamıza dair bir iki ufak fotoğraf...
yatağımın üst kısmı, ne bulduysam yapıştırmışım. yıldızlar o dönem pek modaydı, ışıklar kapanınca nasıl güzel parlarlardı.
bir dönem buzdolabımızın üstü. sanırım mezun olmaya yakın çünkü iş ilanlarını filan asmışız.
bu da çalışma alanımın çok küçük bir kısmı, diğer kısımda benim ve arkadaşlarımın resmi vardı, bunda da artık kullanılmayan bir kaç telefon numarası var.(Amelie hayranlığı & songs of innocence duvarda ilk göze çarpanlar)
ne güzel zamanlardı...
Esra'cım, tanıdık geldi mi?

Bitmeyecek öykü- yarım kalmış postun devamı

daha önce dayanamayıp kitabın yarısında olmama rağmen kitap hakkında atıp tutmuştum. kitap bittikten sonra ise bir türlü yazamamıştım. (Bundan sonrası biraz spoiler içeriyor.)

hikayenin tam gelişip bambaşka bir noktaya gittiği yerde kalmışım o zamanlar, bu aşamadan sonra öykü distopikleşip ölçüsüz gücün zararlarını gösteriyor. karakter yolculuk temasıyla içsel gelişimini ve tabi ki yolculuğunu tamamlıyor. yazar, çocuk kitabı olmasına rağmen didaktik bir dil kullanmamasıyla takdirimi kazandı. ayrıca ne kadar klişe olursa olsun ben yol teması kullanılan kitapları seviyorum. karakterin iç dünyasına ayna tutması her seferinde ilginç geliyor sonuçta tema aynı olsa da her yazar bunu kendi tarzında anlatıyor.

21 Şubat 2011 Pazartesi

kısa kısa

uzun süredir yazmayınca aslında yazacak çok şey olması gerekirken ben yazacak konu bulamadım. o yüzden yine kısa kısa notlar olacak.
- yazmadığım süre boyunca tatil bitti, işe başladık ama sağolsun İzmir belediyesi bize hoş! bir sürpriz yapmış, metroyu açmış ama o hatta giden tüm otobüsleri kaldırmış!!! Aktarmalı ulaşımı yürürlüğe geçirmiş diyelim. tek problem bizim evin olduğu yerden aktarma yapacak otobüs-dolmuş vs geçmiyor. yani metroyu kaçırdın mı, 15 dakika beklemek gerek. bizim ev iki durağın tam ortasında kalıyor, her birine yürümek 15 dakika ama evi daha uzak olan arkadaşlar 20-25 dakika yürüyorlar. Ayrıca Menemen'e vardığımızda saat 7.20 oluyor ve okula yürümek en iyi ihtimalle 17-20 dk arası sürüyor (besleme koyulmamış), eh ders 7.30'da başladığına göre tam vaktinde derste olamadığımızı tahmin edersiniz. Bir haftada imanımız gevredi, ne diyeyim ben sana belediye!
- mart ayını pek sevmediğimi bu blog duymaktan bıktı, ben söylemekten bıkmadım. yine bir kasvetli mart ayı yaklaşıyor be günlük.
- en son ilkokuldayken barbie'sine elbise dikmek için iğne ipliğe dokunmuş olan ben, bugün yastık kılıfı dikebildim. azmin gücü diyorum! (ikea kumaşları sağolsun:)

18 Şubat 2011 Cuma

ilk konuk yazarım

merhabaa,
bilgisayarım çöktüğü için bir süredir internete giremiyordum, açtığımda ise canım arkadaşımın, konuk yazarım olur musun teklifinin hemen ardından yazdığı yazısını gördüm, nasıl güzel yazmış. B. benim hem liseyi hem üniversiteyi beraber okuduğum, en özel sırlarımı paylaştığım, bir dost sesi duymak istediğimde yanımda olan arkadaşım, ne güzel yazmışsın. kalemine sağlık. işte B.'nin yazısı, sevgiler

------------------------------------------------------------------------------

Kuşkucu somon blogunda konuk yazar olmamı teklif ettiğinde çok sevindim ve heyecanlandım. Eşim gören de yeni kitabın basılacak diye dalga geçti. Olsun, benim için önemli. Blog dünyasına adım atıyorum. Zaten hafif egoist bir tarafım var, farkındayım. İnsanlar yaptığım şeyleri görsün istiyorum. Buna bir de yazı yazma aşkı eklenince tadından yenmez oldu. Zaten epeydir günlüğüme de yazmıyorum iç edebiyat alemime bir nevi özür olsun bu.

Şimdi geldik önemli konuya, ne yazacağım? İki gündür kafa patlatıyorum. Bir de kendi blogum değil o yüzden sorumluluğum daha büyük. Hani kendiniz için bir şeyi çok beğenir ama paranıza kıyamazsınız fakat söz konusu olan yakın bir arkadaşınıza hediye almaksa en pahalı mağazaları ayaklarınız patlayana kadar dolaşır buna bayılır dediğiniz şeyi birkaç mevsim geçince bitecek olan taksit sayılarıyla öder alırsınız. Benimki de o hesap. Kendi köşem olsa herhangi bir şeyi yazabilirim ama kuşkucu somonun gerçekten adı gibi şeker pembesi bloguna yakışan yazının konusuna bir türlü karar veremiyorum. Modayla ilgili bir şey yazayım desem kredi kartı ekstrelerim yüksek olduğu için bir süredir alışverişe tövbeliyim. (Tövbeli olduğum halde ekstreler hala yüksek bunu anlamıyorum ama neyse). Kitap desem çok satanlar listesinden kopmuş durumdayım. Yeni kitap alacağım 2 haftadır karar veremiyorum nihayet bugün kuşkucu somonun tavsiyesiyle “Sır tutabilir misin?”i sipariş ettim. Zaten öyle kafa yorup felsefe yaparak okumuyorum ki. Benim için kitap eleştirisi “çok güzel” ya da “sıkıcı” veya en uzun şekliyle “başları sıkıcı da sonradan epey merak uyandırıyor”. Film desen en son televizyonda Slumdog Millionaire’i izleyip “Bu ne ya Türkiye’de çekilse Yeşilçam diye dalga geçersiniz, 5-10 Oscar’ı nesine vermişler” yorumumdan sonra eşimin hafif alaycı bakışlarına maruz kalıp “Bak Beyazperde’yi açıyorum kesin orda benimki gibi yorumlar vardır diye” destekçi arayışına girdim. Dizileri izlemiyorum daha doğrusu gününü kaçırdıktan sonra aklıma geliyor. Bir ara Walking dead’i yakalayıp izleyeceğim inşallah. Hmm. Hah buldum ebru yapıyorum. Daha doğrusu yapıyordum. Yüksek lisans, iş ev derken vakit ayıramaz oldum ona da. Ama tamamen bırakmadım dersler bitsin mutlaka tekrar başlayacağım. Gezi yazısı yazabilirim. Bu sefer de Antalya’da dedemin portakal ağaçları veya İstanbul Boğazı aklıma gelir ağlarım filan gerek yok. (Bu yıl gitmeyi çok istediğim iki yer var onları yazmadan geçemeyeceğim 1. Çanakkale 2. İzmir).

Sabredip okuduysan sevgili okur gördüğün gibi çok şey yapmaya, çok şeyle ilgilenmeye çalışıyorum. Hepsinde becerikli miyim? Tabii ki hayır ama seviyorum bu maymun iştahlı halimi, hiçbir şeye yetişemeyişimi. Her telden çalıyorum. Kendimi böyle kabul ettim ve şu kısacık dünyada o anda beni ne mutlu edecekse yapıyorum. Evet, elbise dolabım dağınık, buzdolabım dağınık. Ama ben dağınık dolabımı seviyorum. Dağınık hayatımı seviyorum. Bu, kendini beğenme değil, kendiyle barışık olma denebilir belki, ama bence önemli olan laf olsun diye değil içinden gelerek, kolaycılığa kaçmak için değil de gerçekten, aldığın nefesin hakkını vererek ve tedirgin olmadan “ben böyleyim” demek. “Bir şeyi yapıyorsan en iyisini yapmalısın”a da katılmıyorum. Bir şeyi yapmak istiyorsan sadece yapmalısın, denemelisin. En iyisini değil en kendincesini yapmalısın o işin. Mükemmel olmaya çalışmakla kendimi yoruyormuşum hep, kendimi çok yargılıyormuşum. Bu sene bunu anladım. Artık kendimi daha rahat bırakıyorum ve kendimi, hayatı, iyi olan her şeyi daha çok seviyorum. Sürekli şikayet eden insanlardan uzak duruyorum, bir de burnu Kaf dağında olanlardan. Dünya tatlısı iki tane yeğenim var bir şeyler öğrenmek için onların saflığına, gülüşlerine bakıyorum en çok.

Ha, bir de 1000 parçalık yeni bir yap-boza başladım…

14 Şubat 2011 Pazartesi

siyah boğazlı kazak

siyah boğazlı kazaklarımla o kadar bütünleştim ki şu son on yıldır, herhalde tüm hayatın boyunca giyebileceğin üç kıyafet seç deseler bir tanesi bu olurdu. (o da ayrı bir saçmalık, niye ömrüm boyunca üç kıyafetle idare edeyim ki, ama malesef biz anket defteriyle büyüyen nesil pek severiz bu tarz ıssız ada sorularının devamını)
gecenin bir yarısı uyuyamayınca saçmalıyor insan.
ooof üstelik yarın apt toplantısı gibi bir saçmalık var, e okullar açılınca da bir sürü toplantı da okulda olacak.
git yat uyu!!!
bir de tam kesinleşmedi ama sanırım bu ay blogda bazı misafirlerim olacak.
ayrıca başlığım moda bloggerı başlığı gibi olmuşsa affola, saatlerdir uyumaya çalışıyorum, uyuyamıyorum, saat 05.20.
uykusuz blog yazarı, d.

13 Şubat 2011 Pazar

kaybolan ehliyetin bilinmeyen maceraları vol. 1

aslında bunu yazmayacaktım ama çatladım tabi: bizim de artık mütevazi bir arabamız var:))) Tek problem ehliyetimin kayıp olması. yüzyıllardır kullanılmadığı yerde tozlanan, içindeki fotoğraf herhangi bir sosyal paylaşım ağına düşse "ve uzaylılar vesikalık fotoyu keşfetti" gibi başlıklarla tanıtılabilecek pasaportumun bile bulunması ama üzerinde 18'lik çıtır fotomun bulunduğu ehliyetimin sırra kadem basması da ironik tabi.
gazete ilanı vermek gerek di mi şimdi?
oooof

A goodbye to Stieg Larsson


800 sayfalık kitap tabi ki 140 dakikalık bir filme sığmıyor, ilk iki filmin aksine serinin 3. filmi biraz özensiz geldi, oysa kitabı pek çok soru işaretini cevaplıyordu. yazarın detaycılığıyla tuğla kitap mertebesine ulaşmış olan bir kitap bu. (Mikael, eve girdikten sonra gömleğini çıkarıp masanın yanındaki sandalyenin üstüne attı. kahve makinasını çalıştırdı, su kaynarken bilgisayarını açıp hotmail şifresini girdi vb. gibi tanımlamalarla kitap uzadıkça uzamış) film uyarlamasında ise hikayenin can alıcı noktası olan pek çok detay kesilmiş (yoksa 140 dk değil, 300 dakika filan olabilirdi) dolayısıyla kitapta bir sonraki adımı heyecanla beklerken filmde bir sonraki kuracakları cümle bile tahmin edilebilir durumdaydı. (Aslında bazı sahneleri yine de şaşkınlıkla izlemedim desem yalan olur, yok artık kitapta anlatılan konu bu kadar çarpıtılabilirdi, durun daha neler göreceğiz diye.)
neyse ki Lisbeth Salander vardı, Noomi'nin muhteşem oyunculuğuyla.
Goodbye Lisbeth Salander and Mikael Blomkvist, I'll miss you two!

Not: kırk yılın başında dedim ki, facebook bana her gün nasılsın aklında neler var hele diye soruyor, bir cevap vereyim . filmi izlememin hemen ardından o heyecanla ben anlattım ama o dingil çok konuştun ben bunu yayınlamam dedi.copy-paste yöntemiyle, hıh dedim, benim aslanlar gibi bilokum var bikerem, oraya yapıştırırım. dolayısıyla, notu gibi yazısı da aceleyle yazılmıştır.

11 Şubat 2011 Cuma

oh honey!

dear diary, ben kahveyle kendimi zehirleyip bir yandan da acınacak bir şekilde worksheet hazırlarken bir yandan da içimdeki Türk kadını bulduğu her boşlukta bozulan süpürge yerine alacak yeni modelleri inceliyor. Antalya dönüşü daha bavulumu bile açmadığımı belirtip gözlerinden öperim.
D.

5 Şubat 2011 Cumartesi

İstanbul'u en çok da cumartesileri özlemek


- sabah Bebek'te kahvaltı yapmak (paran varsa Hisar'da, yoksa simit ve çayla Bebek park'ta)
- Bebek'ten Beşiktaş'a yürüye yürüye gitmek, Arnavutköy'de ya da Ortaköy'de durup denizi dinlemek... (Ortaköy'deysen eğer kumpiri eline alıp çarşısını dolaşmak, incik boncuk sevdasına yenik düşmek)
- Kalabalığa karışmak ama hep yalnız olmak, İstanbul'la başbaşa kalmak...
- Beşiktaş çarşıyı mutlaka iki turlayıp bir çay bahçesinde Boğazı seyretmek...
- dolmuşa binip Taksim'e geçmek, arkadaşlarla demlenmek...
Öncesinde Deep restaurantta muazzam bir yemek, sonrasında artık kafana nasıl eserse fasıl~meyhane ya da rock bar, ama mutlaka arkadaşlarla... İstiklal'de yürürken kuş sesi çıkaran adama gülmek, kalabalığa kızmak, havaya fırlatılan zımbırtılardan kafanı koruma çabaları, Atlas Pasajında ve Aznavur'da şöylesine bir dolaşmak, mutlaka ama mutlaka ya Pandora'ya ya da Robinson Crusoe'ya uğramak, bir iki tanıdığına rastlayıp iki lafın belini bükmek, ya da hadi bize takılın şuraya gidiyoruz demek...
bol bol gülmek ve hiç yorulmamak


Pek bir özlüyorum....



Not: Bebek Park görsel şu adresten alınmıştır.
not 2: İstiklal caddesi görseli ise şu adreste.

4 Şubat 2011 Cuma

click...


dün akşam ne izleyeyim diye dosyaları karıştırırken Click'i gördüm, ne zamandır bilgisayarda duran ve izlemediğim filmlerden. komedi filmi izleme beklentisiyle başladığım filmin sonunda ben hüngürdemeye başlamıştım. Sanırım ben de bir acaiplik var, bildiğimiz her klişe kullanılan bir filmde onların klişe olduğunu bile bile ağlayan nadir insanlardanım. Öyle çok dahice bir komedi beklemiyorsanız izleyin derim.

3 Şubat 2011 Perşembe

şimdi

ülkemi ne kadar çok sevsem de bir türlü kıramadığımız, değiştiremediğimiz bazı toplumsal davranışlarımızı hazmedemiyorum. Bunlardan biri dedikodu, yani insanların hayatlarına burnunu sokma alışkanlığımız. Merak ediyoruz, kim ne giymiş, ne yapmış, kimi sevmiş, sevmemiş. Bir araya gelince yapacak başka işimiz yok, dedikodu yapıyoruz. Hepsi eğitim eksikliğinden ve fazla boş vakitten. insanlar içlerindeki enerjiyi doğru düzgün bir şeye harcayacaklarına bunlara harcıyorlar. Yeni gündemimiz ise Defne, insanlar gerçekten cozuttu. ne işi varmış elin adamının evinde, uyuşturucu mu, alkol mü vs. ile zaten acısı büyük aileyi daha da fazla üzmekten başka bir şeyler yapmıyorlar. Size ne, kimin evine gitmek isterse gider, 12 yaşındaki bir veletten değil 32 yaşında bir yetişkinden bahsettiğinizin farkında mısınız? bu tarz komplo teorileri, dedikodular, varsayımlar ego mastürbasyonundan başka bir şey değil bence. ıksırıp tıksırana kadar içmiş diyenler, o içti de siz mi verem oldunuz?
bu arada sevişmek kültürümüzde yok diyen kişiye bir laf da benden : bölünerek mi çoğalıyoruz biz? lise biyoloji kitabımı atmışım çöpe, lütfen nasıl çoğaldığımızı biri bana anlatsın.

2 Şubat 2011 Çarşamba



sunucu ve oyuncu Defne Joy Foster hayatını kaybetmiş.
hep neşe dolu, enerjik, fırlama diye tanımladığım birinin ölümüne şahit olmak ne kadar zor. yazıyorum, siliyorum, olmuyor. Hiç tanımasam da 90'lı yıllarda her pazar bizim de evimize "çat kapı" misafir olmuştun be Defne...
En çok da geride bıraktığı bebeği için üzüldüm. Hiç annesini hatırlayamayacak belki de...
Huzur içinde yat Defnecik...

1 Şubat 2011 Salı

michael ende- yarım kalmış bir post


ben ve benim bitmez tükenmez şapşallıklarım yine karşınızdayız. İskambil Kağıtlarının esrarı'nı o kadar çok sevmiştim ki, dedim idefix bana öyle kitaplar öner ki ben bu hazzı uzatabileyim. Aynı yazarın (jostein Gaarder) Aynadaki Muamma'sını ve Michael Ende'nin Bitmeyecek öykü'sünü önerdi, ben de attım sepete. Aynadaki muammayı'yı daha önce yazmıştım ama Bitmeyen öykü'nün sırası daha yeni geldi. Öncelikle kitaba dün başladım ve yarıladım, o yüzden yapılan yorumlar şu ana kadar ki izlenimlerimi içerecektir. (sabırsız bir insan olduğumu ve annemin karnında duramayıp zavallı kadıncağızı piknikte sancılandırdığımı ve beklenenden önce doğduğumu hemen belirteyim)

kitap çocuklar için yazılmış bir fantastik roman ama bugün meşhur olan çoğu fantastik kitap ilk aşamada çocuk kitabı olarak basılmıştır, misal Hobbit, Narnia vs.
kitap gayet akıcı bir dille yazılmış, hiçbir şekilde didaktik değil ve yarattığı evrenin içine hemen okuyucu kabul edecek kadar da misafirperver.
hikayemiz fantazya ülkesinde geçiyor; yolu gösterecek olan tılsımlı mücevher, taşıyıcıyı takip eden kurt ve yol temaları biraz Yüzüklerin efendisi'ni anımsatsa da alt metin okumasında kimlik problemi, kimliksizliğin (ben standartlaşma ya da yaşayan ölüye dönüşme olarak nitelendirmeyi tercih ederim) ülkeyi hiçliğe götürmesi, fantazya'nın bir nevi idealar (Plato) ülkesi olması filan bulunabilir. Tabi kitabın tam yarısındayım, yazar ilginç bir manevrayla dönüş yaparsa burada yazdıklarımı yutabilirim de:P
yalnız Alkım kitabevine birkaç sözüm olacak. tamam, olay iki farklı açıdan anlatılıyor ve iki farklı evrende geçiyor ama neden birini açık kırmızı diğerini lacivert bastınız. kırmızı yerleri okurken cidden gözlerim kanayacak sandım, çocuklar için bastığınız kitapları okuyan 28likler de var, bakın ve acıyın. hepsini siyah yapaydınız da anlatıcı değişince daha koyultsaydınız olmaz mıydı? cidden kitabın yazıları için seçilen renkler göz yoruyor.
ayrıca Bastian Balthazar Bux, kuzum ben senin tombalak bacaklarını ısırır, büyümüş de küçülmüş halini severim.
Not: yazarın "momo" diye bir kitabı daha var, hayret onu buraya yazmamışım ama okunası/okutulası kitaplardandır.

-------- kitabın diğer yarısı okununca bu post devam edecektir----------
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...