31 Ekim 2010 Pazar

don't kiss the cook cos she's getting angry when kissed while cooking

hiçbir yemeğe domates koymayan ben bugün yemek yapmakta oldukça iddialı olduğumu iddia edince kocam gülmekten yerlere yattı.
iddiamı burada kanıtlayabilirim, öncelikle bütün mezelerde ve et yemeklerinde yaptığım her yemeği silip süpürüyorsun , tencereleri sudan geçirmeme bile gerek kalmıyor.
ikincisi, yaptığım çorbayı hazır çorba sanıyorsun ki bu da gayet lezzetli olduğunun kanıtı.
üçüncüsü, yapamazsın dedin, içli köfte yaptım, hem de tek başıma. ertesi gün yine yap da bunları tanesi 3 liradan satalım, sana kardan pay vereyim dedin, pışık dedim ve tartışmamızı ilkokul seviyesine çektim.
rulo köftemi herkese anlatıyorsun, Deniz manyak bişi yapıyor diye.
zeytinyağlılara domates koymuyorum çünkü pişmiş domates sevmiyorum, aaa, bir dakika, içinde domates olsa bile sen sebze sevmiyorsun ki...
kuru patlıcan dolmam okulda kapışıldı.
bu ilkokul 2 seviyesindeki postu burada bitirir, gözlerinden öperim. ayrıca bir hafta boyunca her akşam tost yiyeceğiz.
öptüm, bye
yeni clutch'ımın sonunda fotolarını koyabildim ama üstüne yeni postlar girdiğim için buraya tık tık. tekrar tekrar diddanslamode'un ellerine sağlık.
Taksimde bombalı saldırı olmuş. lütfen Allahım, arkadaşlarımın hiçbiri orada olmasın. genelde pazar kahvaltısı için o civara giden çok arkadaşım var, ya da evi o taraflarda olan. lütfen hiçbir şey olmasın onlara.

29 Ekim 2010 Cuma

aslında...

  • yazlık kışlık değişimim başladı, her çıkardığım şeyi ütülediğim için çok uzun sürüyor. 10 günlük kıyafet ütülemiş bulunuyorum.
  • kış geldi diye çok mutluyum, güneşe alerjim var nedense.
  • bir süredir diyetim çok iyi gidiyor. (tü tü tü) artık formam haline gelmiş üç siyah pantolonumda feci bol gelmeye başladı. Allahtan hükümet gibi popom var da üstümde duruyorlar.
  • yine çok yorulmaya başladım, oysa ki vitamin alıyordum bu sene. hani vitaminler işe yarıyordu, hani hani?
  • çok alışverişe çıkasım var, ama diyet hanım sakın alışveriş yapma dedi, eskilerle idare et, bu dönemde alacağın her şey seneye giyilemez olacak. öyle olur di mi, ama ama bir elbise gördüm, o kadar güzeldi ki....
  • sanırım daha az sakızlı Türk kahvesi içmeliyim, çünkü çoooooook içiyorum, sonra gece zombi oluyorum.
  • haftada beş gün tavuk suyuna şehriye çorbası, ya da 2 gün yağsız rulo köfte ya da ıspanaklı tavuk sarma. bu tariflerle et haşlanmış ya da ızgara formundan dolayısıyla eziyetten çıkıp daha keyifli hale geliyor.
  • pilav!!! cıssss!
  • otacı'nın saç bakım yağını aldım, deneyip haber vereceğim. eğer işe yaramazsa gidip kafalarına fırlatacağım çünkü o kadar ısrarla işe yaradığını, saçın yıpranmışlığını giderdiğini anlattılar ki.
  • tombalak bacaklarımın içine sığabileceği bir bot hala bulamadım. ama muhteşem bir kolye aldım veeee sonunda istediğim telefona da kavuştum.
  • Bu kadar alışveriş demişken anlatmadan geçemeyeceğim Halkbankla ufak bir problem yaşadım. yaklaşık 2 ay önce maaşımı aldığım Halkbank'a kart başvurusu yaptım ve özellikle belirttim, bakın telefon alacağım acil diye. bir ay sonra aradılar, kimliğinizi evlendikten sonra değiştirmemişsiniz diye, neyse değiştirdim, geçen gün gittim hani benim kartım diye, meğersem sisteme değişikliği kaydetmemişler ve ben 30 gündür bu değişiklik yapılmadığı için kart bekliyorum. değişiklik yapıldı ve muhtemelen 2 hafta sonra kart gelecek ama ben bir şekilde(babamın kredi kartıyla) telefonumu aldım ve sinirliyim. şimdi onların hataları yüzünden bu yaşta babama bu ihtiyacı aksettirmek zorunda kaldım.

şimdilik bu kadar. Aslında günler güzel geçiyor.

28 Ekim 2010 Perşembe

karlaaaar düşer, düşer düşer ağlarım


benim gibi bir yağmur severe bile pes dedirten bir şekilde yağmurluydu bugün. ooops, yine hikayenin ortasından girdim. baştan alıyorum. sabah 5.45'te kalktım, kahvaltı yaparken dışardan tıngır mıngır yağmur sesi geliyor, aaa ne güzel yağıyor, şemsiyemi unutmayayım dedim. dışarı çıktığımda bir baktım bizim garaj kapısının önü minik bir gölcük olmuş, daha ilk adımda çorabım ve botlarım sırılsıklamdı. ya otobüsü kaçıracaktım ya da hasta olacaktım. hasta olmayı seçtim, koşar adım durağa gittim, oysa ki otobüsü zaten kaçırmışım. neyse aktarmalı ulaşım sayesinde çiğli'ye geçtim. ben hala sabah rehavetiyle durumun vehametinin farkında değildim, Çiğli'ye gelince anladım. bilen bilir Menemen dolmuşları deli gibi araba kullanır, yahu dolmuş bile geçemedi o bir sürü gölcüğü. Evka-5'in orda minik bir şelale ve kocaman bir gölcük oluşmuştu. neyse, menemende taxiye bindik arkadaşlarla, Taksici diyor ki umarım sizin okulun olduğu mahalleye girebiliriz. biz tabi yusufçuk olduk, okula girmek bir dert geri dönmek ayrı dert. sağ salim okula vardığımızda tammm 15 dakika geç kalmıştık. çocuklar o göllerden geçmişler, hepsinin çoraplar ayakkabılar sırılsıklam, kimi çorabını çıkarmış, hasta olacaklar kesin. oğlum, git evine diyorsun, zaten yarım gün, hasta olma boşuna. çocuk diyor ki üstümü değiştirip geleyim mi öğretmenim. tövbe tövbe deyip devam ediyorum, üstünü değiştirsen bile geri gelirken yine ıslanacaksın. neyse yağmur durunca herkes evine dağıldı, karşıyakaya'ya geldiğimde yine günlük güneşlikti. Allahım, sabahki yağmuru görmesem inanacağım. eve geldim, 2 saat sonra bizim ufaklıklar hırlamaya başladı, arkasında bir gök gürültüsü geldi, yerimden zıpladım. bir sağanak yağış da akşamüstü geldi. oooof, hava durumu, havan kimeyse ona göster, ben senin biraz dengesiz bir süper güç olduğunu kabul ediyorum.

27 Ekim 2010 Çarşamba

lalalalalala oh my new clutch !




daha önce wishlist'ime de yazdığım Audrey ve MM clutch'ım Did'in güzel ellerinden çıktı. Aslında bu kadar büyük olduğu fotoğraflardan belli olmuyordu ama inanılmaz büyük ve güzel. çok kaliteli bir yapısı var ve evladiyelik diyebileceğimiz kadar sağlam. Did'in ellerine sağlık :)

not: bilgisayarıma format atmak zorunda kaldım, şimdi fotograf makinasının hafıza kartını tanımıyor, o yüzden fotografını çektiğim halde buraya yükleyemiyorum :( ne yapılması gerektiğini bilen varsa ve yardımcı olursa pek sevinirim :)
sonradan gelen edit: problem halloldu. işte fotolar :)

24 Ekim 2010 Pazar

filozof İsmail efendi

benim ismail diye bir öğrencim var, kendisinde mouth diarrea, nam-ı diğer çenesi düşüklük, susamama hastalığı var. geçen gün derste "filozofik bir yaklaşım" deme gafletinde bulundum, hemen İsmail parmak kaldırdı, efendim İsmail dedim. "Öğretmenim, filozof çok konuşan adam demek, di mi?" dedi. öğretmen olanlar bilir, böyle durumlarda çocuğun özgüvenini kırmamak için gülmemek ve mümkün olduğunca basitleştirilmiş cümlelerle çocuğa doğrusunu anlatmak gerek, peki ben ne yaptım, çantamdan ajandamı çıkarıp İsmail, bu bir vecize diyip deftere yazdım. Sonra biraz felsefeyi anlatıp, konuşmaktan çok düşünme üzerine olduğunu anlatmaya çalıştım. İsmail hala vecizeyi çözmeye çalışıyor, söylememe gerek var mı? ayrıca, kendini filozof da sanıyor olabilir.

22 Ekim 2010 Cuma

the invention of lying

The invention of lying, (yalanın keşfi diye çevirebiliriz) ütopik denilebilecek bir yerde geçiyor, insanların mizacında yalan söylemek yok, her düşündüklerini olduğu gibi aktarıyorlar ki bu zaman zaman rahatsız edici olabiliyor. film önce bu ortamı seyirciye tanıtarak başlıyor, sonra esas karakterimiz Mark devreye giriyor. Mark, tam bir kaybeden, kilolu, işini kaybetmiş, parası olmayan ve aşık olduğu kadın oldukça analitik düşünen biraz materyalist bir insan. derken, bir gün kimsenin yapmadığı bir şey yapıyor, yalan söylemeyi keşfediyor ve bunu çevresindekilere bir türlü izah edemiyor çünkü hiçkimse öyle bir şeyin varlığından haberdar değil, bir türlü algılayamıyorlar olmayan bir şeyin söylenmesini. komedi burada başlıyor, Tanrı algısının inceden inceye eleştirilmesi, Mark'ın giderek İsalaşması (fiziksel olarak), Coca Cola ve Pepsi reklamları (it causes obesity for children and adults) bence hoş ayrıntılardı. herkesin gerçeği söylemesi bazı noktalarda biraz abartılı ve rahatsız ediciydi. K.kamı yaptım, çok mutluyum denir mi be durduk yere gibi tepkiler vererek izledim ne yalan söyleyeyim.
filmin son 30 dakikası ise sanırım biraz gişe kaygısıyla çekilmiş çünkü romantik komedi ve komedi klişeleriyle doluydu, bu filme daha klişelerden arınmış bir son yazılabilirdi.
eğer, ne yapsam yahu diye geçirecek 102 dakikanız varsa izleyin derim.

kedi göbeği

yaklaşık bir aydır, diyetim yerinde sayıyordu, sebebi ise pes etme, motivasyonsuzluk olarak açıklanabilir. son bir ayda 500 gr alıp 700 gr verdim. (yani yerinde sayma derken gayet ciddiyim) ama şu son bir haftayı waffle faciamı saymazsak iyi geçirdim, sebzemi filan ölçülü yedim ve tekrar anladım: düzgün uygulanan her diyet kilo verdirir.

bu sene ctesi günümü doldurmak istemesem de tüm gün dersteyim, ekstra gelir olarak bakıyorum ama artık çok yorucu olmaya başladı. çok değil, sadece üç sene önce ben bu temponun çok daha ağırında çalışıyordum ve sanırım daha az yoruluyordum ya da artık gerçekten tembelleştim ve daha az çalışmak istiyorum. (Sanırım hak ettim de bunu)

Hazır yazmaya başlamışken geçenlerde keşfettiğim bir blogdan bahsedeyim. beslenme çantasına kitap ve film koyanlardansanız incelemekte fayda var. Blogun üç yazarı var ve her tür kitap inceleniyor. ben sevdim, komik bir anlatımları var. Blogu incelerken anlattıkları kitapların 3-5 tanesini okuma listeme aldım ve önerdikleri the invention of lying filmi ilginçti.

21 Ekim 2010 Perşembe

başlıksız

çok fazla iç karartıcı olduğunu düşündüğüm için blog şablonunu değiştirdim, ama yenisini pek sevemedim sanırım, hiç yazasım gelmiyor. zaten günler de monoton geçiyor, işe git gel vs vs. tekrar eski yağmur şablonuma mı dönsem?

18 Ekim 2010 Pazartesi

kahve diyarında d&g

1.5 hafta önce Gizem'in doğum günüydü. yok hastalık yok seyahat derken biz bir türlü buluşamadık, kısmet bugüneymiş. Hem özlüyoruz birbirimizi, hem de benim eşşekliğim yüzünden bir türlü buluşamıyoruz.

Bugün de hava nasıl karanlık, bir yağmur var, resmen sırılsıklam olduk. benim minnak bir adet brownie yedi, üstünde mumla, kahve diyarında kendi çapımızda atraksiyon yarattık :)

Bizimki ayıptır söylemesi geçen hafta Paris'teydi, her ne kadar yediğin içtiğin senin olsun desem de yediklerini (daha doğrusu yiyemediklerini) anlattı, pek mutluydu bugün.

Doğum günü için bir elbise almıştım, teee ekimin başında ama Coni onu parçalayınca koşa koşa gittim aynısından bir tane daha aldım, hatta dayanamadım, kendime de bir tane aldım. tabi ancak 15-20 kilo verebilirsem bunun içine sığarım ben :) işte budur:

Ayrıca, giderken ben Gizemciğe bir sipariş vermiştim, bulursan bana çorap alır mısın diye? yahu, tüm çoraplar zaten Türkiye'de üretiliyormuş, Gizem de tam istediğimi bulamamış ama yerine görünce bayıldığım bu çantayı ve Eiffel heykelini getirmiş. Eiffel heykelini hemen kolyeye çevireceğim:)))) işte bu da resmi:


Dip not: Ayrıca Çeşme'den sakızlı kahve de getirmiş bana, hem de Vittakis, tabi arkadaşı kahveyi içmediği için (resmen yiyorum) depolamam için 4 paket getirmiş.

17 Ekim 2010 Pazar

olmak ya da olmamak sorunsalı

her şey insanda bitiyor, varlıkta. (existence) her gün insanlar ölüyor, ancak yakınlarımızdan biri ölünce hatırlıyoruz ölümü.
her gün mutlu olmak için elimize binlerce fırsat geçiyor, ama misal ertesi gün teslim edilmesi gereken raporu düşünüp anın tadını çıkaramıyoruz.
canımız çikolata yemek istediğinde ayy, diyetteyim şekerim diyoruz, akşam içimizde büyüyen açlığı belki koskoca bir kavanoz nutellayı yutarak gideriyoruz.
hiçbir şeyi zamanında yapmıyoruz.
geçen ay vefat eden arkadaşım (ki çok severdim kendisini), facebook sayfasına cep telefonuna kadar bütün bilgilerini yazmış. bir kere aradım mı, hayır!
İzmir'de yaşıyormuş, sadece yarım saat uzaklıkta, bir kere buluştuk mu? hayır!
Haberi duyunca hüngür hüngür ağlamamın hiçbir anlamı yok, listemde 300 kişinin olmasının da hiçbir anlamı yok çünkü sadece 30-40 tanesiyle düzenli olarak ya da arada sırada görüşüyorum. Böyle yaşayan tek ben değilimdir, kaçımız akrabalarımız ayda bir de olsa arıyoruz, peki ilkokul öğretmenimiz? nerdedir acaba? Facebook listeniz, hepsiyle ayda bir kez de olsa mesajlaşıyor musunuz?
belki de çok uçlara kaymamak lazım, belki bu kadar çok bireyselleşmemeli, bu kadar çok "özel alan" kaygımız olmamalı.

Selam dünyalı, biraz geyik yapalım mı?

kaynak
  • niye bütün uzaylıların gözü, eli, kulağı dünyada görülebilecek insan formuna bu kafar yakındır?

  • niye hepsi, filmin çekildiği ülkenin dilini konuşur? (İngilizce)

  • hepsi nasıl insani duyguları taşır? (sevgi, öfke, intikam vb.)

  • o zaman hayali bir karakter olduğu için bence pamuk prenses de uzaylı olmalı.

  • pollyanna zaten uzaylı.

  • uzaylı zekiye uzaylı, ama dünya denen gezegende doğmuş, o yüzden uzaylı ama dolaylı olarak. yani hepimiz kadar.

14 Ekim 2010 Perşembe

ben bu aralar

ben bu aralar:
  • Gül ablanın elinin değdiği tertemiz evin tadını çıkarıyorum
  • kışın gelmesine içten içe sevinip yağmur sonrası havayı kokluyorum
  • işe gidip geliyorum
  • diyeti bozmamak için cidden çaba harcıyorum
  • ekebileceğim her randevuyu ekiyorum
  • arada insanları anlayamıyorum, eskiden sevdiklerimin çoğundan nefret ediyorum
  • eskiden sevmediklerimi de seviyorum
  • kahve delisi olmama rağmen çay içiyorum, canım istiyor. garip!
  • her yerde gördüğümüz tayt modasına kıl oluyorum.
  • İrlanda'ya gitmek, oraya yerleşmek istiyorum.
  • İstanbul'u özlüyorum.

10 Ekim 2010 Pazar

wishlist

şu an kilo verme aşamasında olduğum için kıyafet filan alamıyorum, oysa nasıl alışveriş yapasım var anlatamam. en sonunda kışlıklar için bir çözüm buldum. ufak bir liste hazırladım. doğrusu listede bir de alakasız istek var ama olsun :)

1. siyah deri çizme ( görseldeki gibi diz üstü olmasın ama)

Bir sonradan gelen edit: Eveeeeet, bu çizmenin de çok benzerini buldum, üstelik o kadar güzel bir indirim yaptılar ki, amma velakin, tombalak bacaklarım üst kısma sığmadı, ben de genişletme istemedim çünkü Kemal Tanca'dan almıştım böyle çok özenerek, aklımda zayıflama fikri olmadığından bir güzel genişlettirmiştim, ertesi sene kışa kadar 30 kilo verince, 3 kalın çorapla giydiğimde bile bacaklarım içinde dönüyordu (yine giydim yıllarca, ayakkabı giyilemez hale gelince atmak zorunda kaldım, ama o kadar güzeldi ki o çizmeler, hala aklımda o model var)
(kaynak: gittigidiyor)

2. krem rengi trençkot (klasik)
Edit: vazgeçtim, zayıflamadan almayacağım. zaten hava böyle giderse 10 güne paltoları çıkarırız.)


3. siyah çanta (görseldeki çanta marc jacobs)
(kaynak: deryalı günler)
sonradan gelen edit: şaka gibi ama oldu. internette görselini bulduğum bu çantanın çok benzerini buldum pierre cardin'de:) Did'e de mail attım, o kadar şeker ki, hemen ilgilendi:) daha karar veremedik ama muhtemelen Mm ve audrey temalı olacak:)
4. Did'in yaptığı audrey ya da küçük prens clutch

5. nokia e72


(kaynak: hatırlamıyorum, sahibinden özür dilerim)

öğrenci evi

Ekşi sözlükte sabahtan beri öğrenci evi geyiği döndüğünden üniversitedeki öğrenci evimi çok yazasım geldi. en baştan başlayarak anlatsam tam süper olacak.
superdorm'un pahalılığından muzdarip bir kaç arkadaş ve arkadaşları olarak tam dört kız ev aramaya başladık, Allahım, hiçkimse elini taşın altına koyup ev aramıyor, (sanırım eve çıkmayı en çok isteyen Duyguyla bendim), Duyguyla ikimiz yollarda sürekli ev arar konumdayız. bir de kriterlerimiz pek uyuşmuyor, dört kişinin her biri bir odası olsun istiyor, ama salon da olsun diyoruz ve ödeyebileceğimiz kira o kadar düşük bir meblağ ki, o parayla değil 4+1, 2+1 bile bulunmuyor. neyse aileler geldi, hep beraber ev ararken farklılıklar iyice ortaya çıkmaya başladı. en sonunda arkadaşlarımdan birinin babası en iyisi iki iki ayrılalım, öyle ev tutalım dedi, biz Duyguyla bir sevindik anlatamam. o gün, babam, Duygu ve ben, Beşiktaş'ta bir ev bulduk, öyle yokuş altı filan da değil ama içinde küflenmeye yüz tutmuş eşyalar var. şu an hayatta olmayan meşhur bir şarkıcı oturuyormuş, borç takıp gitmiş. evin boyanması, tuvaletin banyonun tadilata girmesi lazım. neyse dedik, anlaştık emlakçıyla eve (tolgalara) gittik. Ertesi gün yaşlı bir amca bizi emlakçıda bekliyordu, meğersem bir gün önce biz evi tutarken bu amca da buradaymış, bizi duymuş, kendi evini de görmemizi istedi. allem ettik kallem ettik, kurtulamadık evi görmeye gittik. Allahım ev nasıl güzel (öteki evle karşılaştırılınca tabi), arkası bahçeye bakıyor tek kusuru Beşiktaş'ın en dik yokuşunun en dibinde:) neyse evi tuttuk, amca, hadi ona uncle izzy diyelim, dedi ki eve erkek sinek bile girmeyecek, kira her ay eve getirilecek vs vs. biz tabi o zamanlar onun beşiktaştaki en çatlak ev sahibi oluğunu anlayamadık. bir de oğlu var bunun, nasıl yakışıklı, biz her ay paşa paşa bunların evine gidiyoruz, bunun yarısı atmasyon Atatürk anılarını dinliyoruz, yemek yiyip kaçıyoruz. Gel zaman git zaman bu adam bizi iyice rahatsız etmeye başladı, kuzenim geliyor eve, adam gelip kavga çıkarıyor, eve nasıl erkek girer diye. Eve gelen arkadaşlarımızı arkada Duygu'nun solucan yolu veya ona benzer bir isim taktığı arka yoldan geçiriyoruz vs derken canımıza tak etti. 2 yılın sonunda o evden ayrıldık.
o ev benim için çok önemliydi ama, hayatımın en büyük aşkını o evde otururken yaşadım, hayatım boyunca en zayıf olduğum dönemde o evde oturuyorduk. Duygu'yla mutfak sohbetlerimizi hala o kadar çok özlüyorum ki. Bir gün Özlem bize gelmişti, hava da nasıl soğuk, canımız tatlı istedi diye Bahar pastanesine gitmiştik (taaa yokuşun sonunda, yolun karşı tarafında), dönüşte kar başladı, Allahım, biz üçümüz el ele tutuştuk ama imkanı yok o yokuşu sakatlanmadan inmemiz. oradan inmeye çalışan bir çift yardım etmişti de inebilmiştik. donmuştuk tabi orası ayrı. işte ben o evi çok özlüyorum, uncle izzy'e rağmen.

8 Ekim 2010 Cuma

dondurmalı Türk kahvesi

geçenlerde nette dolanırken moda benim diyebilene'de dondurmalı Türk kahvesine rastladım. tarifini daha sonra video ile vereceğini belirtmiş ama ben dayanamadım, ufak bir denemeyle (tamamen tahmin yoluyla) evde sakızlı kahveyle dondurmalı Türk kahvesi yaptım. pek de lezzetli oldu ayıptır söylemesi. ama orijinal tarif için yine de moda benim diyebilene'yi takip etmek lazım.
işte bu da benim dondurmalı kahvem:
P.s. diyet ne olacak derseniz içinde sadece 1 çay kaşığı dondurma var :)

7 Ekim 2010 Perşembe

kayıp yazı

önceden taslak halinde tuttuğum ve yeni yayınladığım yazı 2-3 sayfa öncesinde çıkıyor. okumak isteyen olursa diye buraya link atıyorum. I'm not superman google, bana bunlarla gelme

how I met your mother



How I met your mother 6. sezon 3 hafta önce başladı, bilen bilir ben bu diziye bayılırım. Hani 24 saat kesintisiz yayınlansa işten güçten atılır bu diziyi izlerim. tamam abarttım ama bu yazıyı gözlerim dolu dolu ve burnumu çeke çeke yazıyorum. (soğuk algınlığından mustaribim)


Aslında tarafsız bir yazı yazabilecek konumda değilim, ben bu dizinin en kötü denilen bölümünü bile severek izliyorum çünkü amacım anneyi bulmak, koltuktan düşecek kadar gülmek filan değil, sadece karakterleri seviyorum. (ki overrrated olan şeyleri severim) marshall'ın şapşallığını, ted'in umutsuz derecede romantik olmasını, Robin'in umursamaz cool tavırlarını, Lilly'nin çok bilmişliğini ve Barney'nin enteresanlığını... çalışma saatlerinin esnekliği ve her daim barda buluşabilmeleri dışında da o kadar uzak gelmiyor bana. şimdi ben dersin ortasında çıksam ne olur düşünemiyorum bile.


söylentilere göre bu sezon son sezonu olacakmış, umarım olmaz. (pek çok kişi dizinin tadı kalmadığını, artık bitirilmesi gerektiğini düşünse de ben her izlediğimde üniversitedeki çatlak arkadaş grubumu hatırlıyorum, bir nevi, Özlem, Ayhan, Duygu, Deniz buluşması oluyor benim için.)


yapımcılara bir sözüm olacak yalnız: bari 30 dakika olsun şu dizi, 20 dakika yetmiyor bize.



not: fotolar cbs'in sitesinden farklı zamanlarda indirildi.

soğuk algınlığı, nereden çıktın sen?

hayatımda bir ilk gerçekleşti, ilk kez hasta olduğum anı yakaladım. akşam otururken birden burnum tıkandı, gözlerim yaşarmaya başladı, amanın dedim, hasta oluyorum. biraz daha çatlak biri olsaydım buraya saatini filan yazardım.
tylol hot içip yattım, sabah bir uyandım saat 8.10, amma velakin benim dersim 7.30da başlıyordu, yani 6.30da otobüste olmam gerekiyordu. ayrıca 9'da da bittiği için o saatte işe gitmem imkansızdı. okulu aradım, zaten travesti sesimi duyunca sevk al, yarın getirirsin, dinlen bugün dediler. sinir bozucu ötesi bir durumdu. şimdi sevk almaya gitmem gerek.
ooooooooooooof, doktora gitmeyi sevmiyorum.

sonradan gelen edit: hasta olma saatimi bilmiyorum, ama bilsem yazarmışım gibi geldi, o kadar çok saat yazmışım ki.

5 Ekim 2010 Salı

haydi Koçtaş'a bir iki

bugün okul çıkışı otobüsü kaçırdım, o esnada kalkan dolmuş, abla hadi iki saattir bekliyoruz diye bağırınca hiç niyetim olmadığı halde atladım dolmuşa. (hayır diyemiyorum sanırım, işin kötü yanı dolmuş Karşıyaka'ya gitmiyor, Çiğli'de inip tekrar otobüse binmek zorunda kalıyorum :) Çiğli'de de Karşıyaka otobüsü gelmeyince Bostanlı otobüsüyle direk Koçtaş'a geçtim. kaçtır aklımda dekoratif kutular vardı, Koçtaş'ta fiyatlar İkea'ya göre çok daha uygun ve çeşit çok. dört tane kutu seçene kadar herhalde bir yarım saat oyalandım. ayrıca evdeki eski ayakkabı kutularını değerlendirmek için de çok şeker bir kendiliğinden yapışkanlı kağıt buldum. bir de muhtemelen alet çantası olarak (ya da hobi çantası, bilemiyorum) çok gözlü bir organizer buldum. taşıyabileceğimi bilsem bir de kilim beğendim, alacaktım ama yok, usturuplu ol dedim ve kendimi dışarı zor attım. işte yeni ciciler:
Kendiliğinden yapışkanlı kaplık
sağ üstteki kutular İkea, gerisi Koçtaş

ve takı kutusu olacak pembe minnak

4 Ekim 2010 Pazartesi

candy shop

donuts
cakes

yanmamış pumpkin pie & pink car (arkadaşımın kızına)


pinkie in cups


icecream & coffee


luv u & butterfly


maccaroons

iki haftadır fimolara sardım, yiyemediğim her şeyin minyatür fimosunu yapıyorum, cupcake'ler, pastalar, donutlar ve maccaroonlar. dağıttıklarımla beraber en az 25-30 tane kolye ucu vs. yapmışım. geçen gün hepsini salondaki masanın üstüne dizdim, içeriye fotograf makinasını almaya gittim, geldiğimde kocam nasıl yeniyor bunlar diye inceliyordu, adam adam çek elini kolyelerimden dedim ama eline geçen dalga geçme fırsatını kaçırmadı tabi. neymiş efendim, bunların yenilebilenini kolye ucu yaparsam muhteşem olurmuş, o bile takarmış vs vs. her gördüğünde ayrı eğleniyor vesselam.
p.s. fotoğraflarını çekip en son yaptıklarımı da bu kayıta ekleyeceğim. üşendim şimdi.
edit: yükledim, ama makinam kötü olduğu için çok süper çıkmıyor :(

2 Ekim 2010 Cumartesi

her insanda bir düğme olsa, basınca enerji yüklense...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...